Sevgili okuyucular bundan önce ikinci yazımın başlığı “Veda ve Son Yazı”idi, ki bundan sonra artık yazı yazmam” demiş, sonunu kesine bağlamamıştım ve sonra Kürdçe “Êdî Bes e Birakujî” başlıklı konuyla ilgili düşüncelerimi yazmıştım. Doğrusu çoğu kez canım hiç yazı yazmak istemez, ama bazende duygularım coşa gelir ve beni yazmaya zorlar. Bugünlerde duygularımın beni zorladığı konu ise 16 Nisan’da Türkiye’de Başkanlık Sistemi için yapılacak referanduma halkın “Evet ve Hayır” demeleri ve bir de boykot meselesi.
Sevgili okuyucu kardeşlerim, eğer benim yazılarımı takip etmiş okumuşsanız, bir çok yazımda “Ben bir siyaset yorumcusu değilim, bir Kürdistan çobanıyım ve zaman zaman çobanımsı duygularımı beyaz kağıt üzerine dökerek karalıyor ve yazdıklarımı belirli kişilere okutmayaçalışıyorum” diyorum.
Evet, çobanlarda insani beş duyguya sahip. Onlarında gözleri var, görüyor, kulakları var duyuyor. Dünyamızın girdiği kutu onların da kulav ve keçelerinin altındaki şalvar ve pantolonlarının cebinde. Açıp bakıyorlar. Hollanda inekleri nasıl, İspanya’da boğanın Arena meydanında kırmızı beze nasıl saldırdıklarını, dünyanın altı kıtasındaki bütün hayvan çeşitlerini görüyor, onlara nasıl bakıldığını görüp öğreniyorlar. Bu çobanlardan biri de benim. Dünyanın dört kıtasını dolaşmama rağmen, diğer kıtalar hakkında da bilgiler topluyor, bilincimi artırmaya çalışıyorum. Bunun içinde siyaset de var. Bana göre siyaset insani bir bilim dalıdır. Dünyamızdaki kutsal sayılan dinlerin yarattıkları görünmez Tanrı’ya “Tanrı” diyen insanoğludur. O halde bu kutsal Tanrı’yı yaratan, Kutsal’ın da Kutsalı’dır. Ki biz Alavîler -Alevi demiyorum- “Tanrı insandadır” demişiz ki asıl gerçek de budur.
Gerçek bu ise, peki Tanrı’yı yaratan insan ne yapıyor?
Bu kutsal bilimi nasıl değerlendiriyor?
Bunun adı hırsızlık, soygun, ganimet, talan, yalan söylemek, güçsüzü ezmek, bir hiç uğruna şavaş çıkarıp Kutsal Tanrı’yı yaratan cinsdaşını öldürmek mi?????????
Elbet bunlardan hiç biri değil; ama yukarıda söylediğim Tanrı’yı yaratana ters gelen somut işler ve uygulamalar oluyor. Bu olanlar dünyanın her kıtasında, her ülkesinde yapılıyor. Bazılarının yaptığı -örneğin bütün İslam ülkelerinde- yüzde doksan iken, gelişmiş demokratik ülkelerde yüzde on diyebiliriz, fakat bunlarda bir başka biçimde siyaset bilimini kirletiyor, Tanrıları imha edecek silahlar yapıyor, geri zekâlı Tarıların birbirlerini öldürmesi için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar.
İşte geri zekâlı Türk ve Arap Tanrılar ülkelerini birer kan gölüne çevirmişler. Türkiye Tanrıları ise bu iş ve uğraşta şampiyon. Yüz yıldan beri Kürd Tanrılarının kanıyla, Kürdün ülkesini bir kan gölüne dönüştürmüş, cennetimsi coğrafyayı da tarumar etmiş ve viraneye çevirmiş, bu alçak, zalim, barbar koca Tanrılar.
Bunu neyin adına yapmışlar; neyin adına yapıyorlar?
“Ben senden büyük bir Tanrı’yım, sen benim küçük kardeşim ve çocuklarında kardeşi sayılırsın” demeyle ve zavallı geri zekâlı Kürd küçük Tanrı’da buna inanmış ve iman getirmiş, ayni iğrenç pisliğe ortak olmuştur.
Geleyim asıl meseleye. Yani başlıktaki “Siyaset, Evet ve Hayır”a.
Büyük Tanrı, küçük Tanrı Kürd’e ve Türk geri zekâlı küçük Türk’e “Evet” de benim büyüklüğümü, yerin, göğün yaratıcı ben olduğumu kabul et” diyor. Hadi diyelim küçük Türk Tanrı, büyük Tanrı Marduk’a “Evet” dedi, Peki küçük ve geri zekâlı Kürd Tanrı “Evet” dese ne çıkar, ne kazanır, “Hayır” dese neyi elde edebilir? Kanımca bu “Hasan Kel, Kel Hasan” söylencesi ve hakikati gibi.
Sevgili okuyucu kardeşlerim, Gürcü Recep Tayyip Erdoğan Başkan olsa ne çıkar, olmazsa ne çıkar? Zaten adam yıllardan beri fiillen Başkan. O istediğini asan, istediğini kesen bir Kasımpaşalıdır. Siz eski İstabul kabadayılarını tanımazsınız, ama ben bir kaçını tanıdım. Örneğin Kürd Abbas, Malatyalı Hüseyin, Oflu Hasan, Arap Kadir, Kasımpaşalı Çamur Şevket, bir yumrukta insan öldüren Kasımpaşalı Muhteşem, ki bu cani sevdiğim Sivas, Kangallı Kürd Kardeşim Mustafa’yı gözümün önünde bir yumukta öldürdü, ki bu onun ikinci öldürme cinayeti idi, bir günde hapis yatmadı. İşte Erdoğan da böylesine bir Kasımpaşalı kabadayıdır.
Onun Kürd’e, emekçi Türk’e bir faydası olmaz. Onun Başkan olup, olmaması birşeyi değiştirmez. Çünkü sistem onu bu hale getirmiştir. Erdoğan, Osmanlı çöküşünden sonra, onun kalıntı ve temeli üstünde kurulan T.C sistemidir. Bir başka deyişle Erdoğan “Tek adam, tek ırk, tek Bayrak, tek din” diyen yüce bir Tanrı’dır Yarın Erdoğan büyük Tanrılığını bıraksa, bir başka büyük Tanrı onun yerine geçer oturur, bunda hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
Hiç unutmam, merhum Çetin Altan’ın “Onlar Uyanırken” kitabını okuduğumda bayağı umutlanmıştım. Aradan tam elli yıl geçti ama “Türkiye” denen ceberut, faşist ülkede uyanan olmadı, derin uyku daha da derinleşti, Yüzbinlerce cami minarelerinden çıkan Arapça ezan melodisi, küçük Tanrılara verilen uyku hapı oldu ve milyonlar başlarını yere koyarak yüzüstü uyudular ve bugünde uyumaya devam ediyorlar. Onları uyandırmak için o melodinin kesilmesi ve o uyku hapının kesinlikle yasaklanması lazım, ki bu yapılmıyor……..
Evet sevgili okuyucu kardeşlerim, kuşkusuz, o günler, bu günlerden çok daha farklıydı. Kısmı bir demokrasi ve özgürlük vardı. Buna karşın Çetin Ağabey Akşam gazetesinin Taş sütunundaki köşesinde günlük yazılar yazardı. Bir yazısında: “Araba tüm kaporta ve aksanlarıyla çürümüş, pas tutmuş, motor ise yanmış, sen kalkmış şoför’e “Bunu sür” diyorsun, araba çalışmaz, sen kabahatı şoförde buluyorsun. Bu yanlış, o arabayı çöpe atar, yerine yenisini alırsın. Eğer şoför onu iyi sürmesini bilmiyorsa, iyi süren, kaza yapmamaya çalışan bir şoför bulursun” diyordu, ama o günden bugüne ne araba değiştirildi ve ne de
iyi bir şoför bulundu.
Sevgili dostlar, yaşamın her alanı siyasettir. Siyaset yaşamın adıdır, ki bende bunun dışında biri değilim. Kısacası ben de siyasetim, siyaseti konuşuyorum. Konuşurken de belki büyük uzmanlar gibi konuşmayabilir ve büyük Tanrıları incitebilirim. Zaten maksadım da siyaset meydanında bu büyük Tanrıları eleştirmek, onların büyük zulmünü küçük Tanrılara anlatmak. İşte çoğu zaman ben bunu hem düz yazımda ve hemde yazdığım dörtlük şiirlerimde dile getiriyorum.
Değerli okuyucu kardeşlerim, ben Türkiye’deki sistemi lime lime olmuş bir halıya benzetiyorum, Halı eskimiş, bir çok yerinden delinmiş, iğrenç bir koku, toz ile beraber dışarı çıkıyor, sen onu değiştirmek, yeniyi almak yerine yamalıyorsun, ki yama dikişleri arasından çıkan koku mideyi allak-bullak ediyor.
İşte “Türkiye” denen ülkedeki sistem böylesine bir halı. Halı değişmeden, o evde kokudan durulmaz.
Evet ve Hayır’ıda bu bakış açısıyla ele almak lazım. 82 Anayasa bu lime lime olmuş halıdır. Değişen 18 madde ise kirli ve eski yama parçaları. O faşist Anayasa değişmeden Kürd, “Evet dese ne çıkar, “Hayır” dese, ve ya Boykot etse ne çıkar? Kanımca Kürd kendini Kürd saymadığı müddetçe, her türlü pisliği, her türlü iğrenç kokuyu solumaya mahkumdur. Biliyorum bu düşüncelerime karşı olan bazı Kürd kardeşlerimi görür gibiyim. Olsun, nasıl ki onlar “Evet ve Hayır ve Boykot’u” kendilerine göre doğru buluyorlarsa, ben de bu üç isteğin Kürd’e birşey veremiyeceği kanısındayım. Bu konuyla ilgili zaman en iyi dosttur. Yaşarsak görürüz, kimin doğru, kimin yanlış düşündüğünü.
Ha, unutmadan söyleyeyim, biz Kürdlerle ilgili Sevgili İsmail Beşikçi Hocam, üç tip Kürdün varlığından bahsederken, kanımca Kürdleri daha fazla incitmemek için tevazu göstermiş. Oysa Biz Kürdlerde tipler üçten fazladır. Örneğin nankör Kürd, famkor bomık Kürd, gözleri kör
Kürd, şeşi beş gören Kürd, pireyi deve, çakalı fil yapan Kürd, yenilgiye “Zafer” diyen Kürd, hain ve ajan’a “Yurtsever” diyen Kürd. Say da say bitmez.
Dilerim bütün Kürd kardeşlerim bu olumsuz tavırlarından uzaklaşır, dostunu düşmanından ayırır, her yalana “Evet doğrudur” demez. Evet ile Hayır’ın onu özgürlüğe götüremeyeceğinin bilincine varır, kardeş kavgasına karşı sert tavır alır, her koşulda düşmanlara karşı birlikte savaşmayı kutsal bir görev sayar ve bu uğurda gerekirse seve seve canını verir.
Yani Özgür, Bağımsız Bir Kürdistan İçin.
Böylesine bir dilekle.