Sevgili okuyucu kardeşlerim, yanılmıyorsam yıl 1940 olacak. Beş yaşında, o güne kadar hiç saçı kesilmemiş ufak bir kız çocuğu gibiyim. -7 yaşımda saçımı dua ile kestiler- O yıldan üç yıl önce zalim Türk devleti, üstünde gözlerimi açtığım kutsal anayurdum Kürdistan’ın bir bölgesi olan Dersim’e bütün barbar askeri gücüyle saldırmış, özellikle önce, Hozat, Çemişgezek, Pertek, Pilur, bugünkü Ovacık, Mameki, bugünkü merkez, Kızılkilise bugünkü Nazmiye’de ve ardından da Mamaxatun, bugünkü Pülümür, Mêzgır, bugünkü Mazgirt, köy ve mezralarında 70.000’den fazla çoluk, çocuk, kadın, genç gelinlik kızlar, gelinler, yaşlı ihtiyar insanlarımızı canavarcasına katletmiş, 13.000’den fazla insanımızı da yerinden, yurdundan ederek kendi egemen olduğu Batıya sürgüne gönderdiğinde, ben gibi barbar Türk’ün kılıç artıkları da, anne, baba ve diğer kardeşlerimizle hem açlık çekiyor ve hem de, bugünkü Coronavirüs gibi korkunç bir kaç türlü hastalıktan ölmemek için inandığımız Xwedê ye, ziyaret ve evliyalara, sözde keramet göstermiş ölü insanlara yalvararak medet umuyorduk.
Evet, sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim, o hastalıklar şunlardı: Müsaade ederseniz o hastalıkların isimlerini önce ana dilimle, sonrada kullandığım bu düşman diliyle yazayım. Belki ayıplarsınız ama, ne yazık ki size her zaman ana dilimle yazsam, çoğunuz başlığa bakarak, hemen düşman diliyle yazılmış yazılara bakarsınız. Bunu söylerken, sakın sizi suçladığımı sanmayın. Benimki sadece bir sitem ve bir gerçek. Bunu böyle kabul buyurmanızı rica ediyor ve “Lütfen gayret edin ana dilinizin okuma ve yazmasını öğrenin” diyorum, ki bizi de bu düşman dilinin yazım ve konuşmasından kurtarın. Böylesine bir dilekle, o hastalıkların isimlerine ve o dönemdeki anılarımdan bahsedeyim.
O hastalıkların isimleri Şunlardı: Nirkutik, Sorik, Xuri, Girr, Jana zirav. Nirkutik, kızamıktan daha hafif bir hastalık türü. Sorik, yani Kızamık dikkat etmezsen hafif sayılmaz, bazen öldürür insanı. Xuri, yani çiçek hastalığı. Girr uyuz; Jana zirav ise verem.
Hiç unutmam, bir sonbahar günüydü. Merhum babam “Barg” dediğimiz bir mıntıkada çift sürüyor, annem, ben doğarken göbeğimi kesen merhum Ana Senem ile birlikte evimizin önünde koca düvek taşının yanında oturmuş, bende komşu Kamer amcanın kızı Fidan ile evcilik oynuyordum. Üstümde yalnız el dokuma bezinden, kız fistanı gibi kefenimsi bir fistan, sol omuzumun üstünde çengelli iğne ile asılmış küçük yeşil bir mendilcik, kimden duyduğumu hatırlayamadığım “Kara kuş, kara kartal/ Kanatı beni tartar, türküsünü o gün nasıl telaffuz ettiğimi yine hatırlamıyorum, ama anneme doğru yürürken, annem: “Ela were, were ez qurban, va lawikê min çiqas xweş kilaman dibêje” Hele gel, gel kurban olduğum oğlum ne güzel türkü söylüyor” deyip beni kucağına aldığında avucuyla alnımı kontrol edip, beyaz kefen misali fistanımı kaldırdığında, vücudumda belirli sivilceleri görünce, hemen ebem Ana Senem, anneme: Încê -annemin ismi İnci idi- “Lîvik nirtutik derxistîye” Yani “Çocuk nikutika yakalanmış” diyordu. Ben o hastalığı birkaç günde atlattım, ardından bu kez kızamık. Kızamık hastalığımın hikâyesi uzun, anlatmak istemem. O hastalıktan takriben 7-8 ay sonra, yani yaz dönemi bu kez çiçek ve verem hastalığı başladı. Tabii hiçbirimiz veremin ismini ne biliyor ve ne de duymuştuk. O dönem biz evde 7 kişi idik. Annem, babam ve biz beş kardeş. En büyük ablam Elif, ve abim Hüseyin, onlar büyüktüler, o hastalığa yakalanmadılar. Onların anneleri üçüncü doğum esnasında çocuk ile beraber öldükten, takriben 15 yıl sonra babam annem ile evlenir. İşte tarihin o gününde biz annemden üç kardeştik. Merhum ablam Zerif, ben ve benden küçük olan merhum kardeşim Dursun. Evde en rahatsız olan bendim. Vücudum hep çiçek yaraları içinde ve alabildiğince de kaşınıyordu. Zerif ablam, ve Dursun hafif atlattılar,
ben ise yatakta, ellerim bez eldivenler içinde, ki ben tırnaklarımla yüzümü ve tüm vücudumu kaşımayayım, sağ kalırsam yüzüm çopur kalmasın diye. Hiç unutmam, yaz olduğu için, merhum annem hep başucumda kalır, elindeki bir bez mendille sinekleri kovalar, bana bakarken hep gözyaşı dökerdi. Ahhh analar, analar. Anaları düşünmeyen namert, katil, alçak, insan sıfatını taşıyan canavarlar.
Evet, sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim, o yıl yukarıda adını yazdığım iki korkunç hastalık ve birde bizi ekonomik olarak aç bırakıp öldürmek isteyen barbar Türk devletinin “Şaneyê ser bêderan” dediğimiz, harmanlarımızın başındaki memuru, Türk jandarmasının gücüyle
zahiremizin çoğunu alıp, kervanlarla önce kazamız Mazgirt’e, oradan da askeri cemselerle Ankara ve İstanbul’a taşıyor bizi açlıkla baş başa bırakıyordu. O günkü köyümüz 52 hane idi. Bu 52 haneden 27 çocuk ve genç insan, açlık, çiçek ve verem hastalığından öldü. Yakın komşu
köyümüz Kurkuruk, türkücü Hakkı Bulut’un köyü, 75 hane, orada ölü sayısı 92 kişi. Sağlarda mezar kazacak güç bile kalmamıştı. Biz ne ilaç ne doktor ve ne de hastahane biliyorduk. Dersim toptan virane olmuş, taşları bulunmayan bir mezarlığa, dönmüştü. Bu yetmezmiş gibi bir de uyuz hastalığı. Bu hastalığı da annemle onun köyü Riçik’e giderken dayımın oğlu, ki o bir doksan boyunda verem hastalığından ölen Keko’dan bana geçmiş, o laneti eve getirip, babama bulaştırmıştım, ki o günlerimi unutmak mümkün değil. Herkes bir merhem veya bitki türünü öneriyordu. Özellikle de “Cok” dediğimiz suyun aktığı yerlerin kenarında biten, ismini unuttuğum zehir gibi, “Tal” -Türçe’de bu tal sözcüğünün karşılığı yok- dediğimiz bir otu her sabah aç karınla çiğneyerek yiyor, ama bir türlü faydasını görmüyor, evde diğer kardeşlerim ve annemden uzak duruyorduk, tıpkı bugünkü Coronavirüs’ten korktuğumuz ve evden dışarı çıkmadığımız gibi. Ama bugün hiç de o günlere benzemiyor. Hele bu ülke ve tüm teknolojik olarak gelişen, her türlü tıbbi cihazlara sahip ülkeler. İnanın sevgili Kürd kardeşlerim, uyuz için af buyurun, bize insan pisliğini önerdiler, babamla o pisliği vücudumuza sürdük, yine de faydası olmadı. Sonuçta katliam sonrası köyümüzden ilk asker olan ve geçen yılın kışında, yüz yaşının üstünde ölen merhum Keko Yılmaz amca, dört yıl askerlik döneminde Türkçe öğrenip, sıhhiye olan zat, Elazığ’a gidip Kükürt getirdi, biz o kükürtle iyileştik, çünkü onun küçük kardeşi, merhum İmam’da o hastalığı benden kapmıştı. Kısacası o günlerde ülkemiz Kürdistan’da yüzbinler ölmüş, çoğu insanlarda gözden kör olmuşlardı.
Evet, o günler geride kaldı; doğup büyüdüğüm o cennet misali köyüm, ülkem, hep hayalimde derin bir yer almış, unutmak mümkün değil. Kimin aklına gelirdi, ki bu Rızo o cennet ülkesinden kaçıp, önce Adana, sonra İstanbul, Kıbrıs, daha sonra dünyanın Güney Kutbu Avustralya ve gezdiği diğer üç kıta. Yaş da olmuş 85, çocukluk köyüm bugün virane. 52 haneden kalan üç-beş ev, içinde ölüm bekleyen yaşlı insanlar. Sahiden ne oldu? Niçin bir cennet cehenneme döndü? Beni kim kovdu o cennet mekânımdan? Sebep ne idi? Evet bugün dört duvar arasında, Coronavirüs korkusundan, dışarı çıkmadığım için, aklım beni 80 yıl geriye götürdü, kalbimde yeni bir yara açtı. Ama ben Coronavirüs’ten ölmem, ülke hasretini çeken, Özgür ve Bağımsız Bir Kürdistan isteyen kalbimin rahatsızlığından öleceğim ve vasiyetim gereği bedenim yakılacak, külüm doğduğum ülkem ve köyüme gidecek, orada bir yere serpilecek. Belki içinizden birileri bunu dini inancıyla yadırgayabilir, doğru bulmayabilir, ama ben düşmanımın diliyle cenazemi yıkayan, kefenleyen ve beni karanlık kara toprağın çukuruna koyan birilerini istemem. Bu benim inanç ve felsefeme aykırı. Tabii bu düşüncemin iki nedeni var. Bir: Milyonlar iki metrekare toprak bulmazken, benim o iki metre toprağı işgal etmem, genel felsefik düşünceme ihanet olur. İki: Yukarıda dedim, düşman diliyle yazılan kitabıyla, vücudumun yıkanmasını, kefenlenmesini ve karanlık derin çukura gömülmesini istemem. Ben ışığa, cihana hayat veren Güneş’e aşığım, onun tavi, ışığıyla arkadaş, yoldaş olmak istiyorum.
Naxwazim ez gîrî û şîn
Diwa û ayetên ol û dîn.
Vasiyetnamemden iki mısra. Hepinizin “Bağımsız, Özgür, Demokratik bir Kürdistan” ve bir de bugün dünyamızı korkutan, çoğu insanları yasa boğan bu lanet Coronavirüs hastalığının sonunu görmeniz dileğiyle, içimden kopup gelen bir dörtlükle yazıya son vereyim.
Ahhh, neler, neler gördü bu yaşlı gözler
Açlık, zulüm, ilaçsız ölen yüzbinler
İnsan bir türlü insan olmadı, yazık
Böylelikle geçti bir ömür ve günler.
Hoşça kalın, sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim.
rizacolpan@gmail.com