Sevgili okuyucular, zaman zaman yazıyorum, “Ben Türkiye, dünya ve ülkem Kürdistan’ın siyasetini analiz eden biri değilim” diyorum.
Bir: Bu işi yapan binlerce siyasetçi, binlerce sosyolog, yazar-çizer var.
İki: Ben ülkemden tam 18 bin kilometre uzaktayım, oradaki günlük olaylarını, siyaset için meydanlarda ve televizyon ekranlarında konuşan sözüm ona liderleri takip etme olanağım yok. Ancak internetin belirli sitelerinde, ülkemde gelişen olaylardan bahseden bazı yazar-çizer ve siyasetçilerin yazılarından okuyorum. Bu yazımda Türkiye’de yapılan Başkanlık Seçimi ve Milletvekili seçiminden de yeterince haberdar değilim. Haberdar olsam da yapacağım bir şey yok. Çünkü halkım Kürd halkı yüzyıllardan beri ne dostunu iyi tanımış ve ne de düşmanını. Çoğunluk günümüzün modern dünyasında ilkel sayılan ve yaptığı vahşetle barbarlık sınırını aşan bin dört yüz yıl önce Arabistan çöl kumunun içinden çıkan, okur yazarı olmayan birinin uydurduğu vahilere inanıyor olması, beni son derece üzüyor ve şöyle bir soru soruyorum: “İslâm size ne verdi????*?”. İşte bu üzüntü bana bu yazıya yukarıda okuduğunuz başlığı atmama vesile oldu. Biliyorum bazı okuyucuların bana “Kafir, Zındık, Katlı Vacip” diyeceklerini, ama olsun; ben ne olduğumu biliyor ve ölümden de hiç korkmuyorum. Nasıl olsa bir gün muhakkak öleceğim; ama ölmeden önce doğru bildiklerimi söylemeyi bir borç bildiğim için kokmadan yazıyorum.
Sevgili okuyucu kardeşlerim, yıllar öncesi Komünist ve Sosyalistlerin Piri ve Rehberi sayılan, merhum Karl Marks’ın anılarını okumuş, okurken de gözyaşı dökerek ağlamıştım. Bu yıl onun ikinci yüzyıl doğum yılı. Yani O, 5 Mayıs 1818 Almanya’nın Trier kentinde dünyaya gelir, 14 Mart 1883 yılında, 65 yaşında iken Londra’da ölür. “Toprağı bol, doğanın rahmeti de o toprak üstünden eksik olmasın” diyorum.
Hiç unutmam, yine yıllar öncesi, yani bin dokuz yüz seksenli yıllarda Londra’ya giderken, sevgili hemşerim Diyar Budak ve diğer birkaç arkadaş ile o büyük insanın mezarını ve mezar üstü yapılan heykelini ziyaret etmiş, o heykeli derin bir duyguyla öpmüştüm.
Evet, Karl Marks Yahudi asıllı bir Alman vatandaşı, babası avukat Hirschel Marx, annesinin adı ise Henrietta. Babası hukuk fakültesini bitirip avukat olunca, o günkü Alman hükümeti onun Yahudi asıllı ve
Musevi olmasından dolayı ona çalışma izni vermez, onun Yahudi Musevi dinini bırakıp Hıristiyan ve Hıristiyan dininin bir mezhebi olan Protestan mezhebine geçmesini şart koşar. Buna mecbur kalan zavalli
Hirschel şartı kabul eder ve işe başlar; fakat eşi Henrietta buna şiddetle karşı çıkar, ama başka bir çıkış yolu da bulmayınca, öleceği güne kadar evinde oturur gözyaşı döker ve katiyen evden dışarı çıkmaz. Annesinin o halini gören küçük Karl’ın yapacağı bir şeyi yoktur. O’da çoğu zaman annesinin dert ortağı olur, büyük üzüntü içinde öğrenimini temamlar, babası gibi bir hukukçu olur. 1848’de büyük Alman Filozofu, fabrika sahibi Friedrich Engels (28 Kasım 1820, 5 Ağustos 1895) ile birlikte Komünist Manifestosunu yazıp dünyaya duyurduğunda; dinin toplum ve kişiler üzerindeki zehirli etkisini, genç yaşında görür ve bu zehirin dünyada yok edilmesi için tüm dünyamızda çalışarak emek üreten işçi sınıfına bu doğrultuda yol göstermeye çalışır; fakat ne yazık ki dünyamızda ter dökerek emek üreten yığınlar, o ışıklı yola giremediler. Aksine en çok bu zehiri tadan hep emek üretenler olmuştur. Çünkü silah ve eğitim sistemi, onları çalıştıran haramzade ve kan emicilerin elinde, tarihi de onlar yazar. Biz bu durumu bugün dünyanın bütün ülkelerinde görebiliyoruz. Egemen haramzadelerin birinci derecede güçlü silahları din. Egemenler bu morfine benzeyen dini kendilerinin eğittikleri Hacı, Hoca, Molla, Müftü, Şeyh, Seid, Papaz ve Hahamlar eliyle emekçilerin beyinlerine şırınga ediyor, onlara öldüklerinde yer altında bilinmeyen ve hayali yaratılan cenneti, o cennetteki huri-melekler ile kandırıyorlar. Oysa insanlık tarihinde hiçbir insan öldükten sonra ne yeniden dirilmiş ve ne de yeraltındaki hayal ile yaratılan cennete giden-gelen olmuştur. Ama ne yazık ki bugün dünyamızda yaşayan insanların büyük çoğunluğu bu yalana inanmakta. Hele bir gidin Amed’in sokaklarında ve uzun Surun her yerinde, başı sıkı-sıkı türbanla bağlı, dünyalar güzeli 10-11 yaşındaki kızlarımızın ellerinde Arapça yazılı kitaplar, her önlerinden geçen insanlara: “Abi, amca, dayı, anne, teyze, abla sizin ölülerinize bir Yasin bir mevlit okuyayım” demeleri, bu zehirli morfini, o yavrucuklarımızın beynine şırınga eden kim? Onlara çağın modern ve somut insani bilimini değil de, yedinci asırdaki çöl Arabının ilkel, ilkel olduğu kadar da soyut din bilgisini veren kim? Ahhh zavallı halkım, ahhh. Geçen sene bu manzarayı Amed’de görünce için-için ağlamıştım.
Evet sevgili okuyucu kardeşlerim, merhum Karl Marks, “Din Bir Morfindir” derken, bende onun bu cümlesini genişleterek “Din Kişileri Sersemleştiren Bir Morfindir” diyor ve bu söze yürekten inananlardan biriyim. Gerçekten de Din Kişileri Sersemleştiren Bir Morfindir. Bugün bu sersemleştirici morfini kan damarlarına şırınga edilen milyon ve milyarlar, birbirlerinin kanını dökmekte, şırınga eden Hekim ve yardımcılarının kurbanı olmaktalar. Yani egemen güçlerin.
Sevgili okuyucu kardeşlerim, peki ben niçin Karl Marks’ın bu sözünü bu yazıya başlık olarak tercih ettim? Elbette bir sebebi olmalı. Sebep biz Kürdlerin durumu. Çünkü yedinci yüzyılda, o günkü atalarımıza kılıç zoruyla empoze edilen bu din, daha sonra geçen yüzyıllar ve bugün içinde yaşadığımız yirmi-birinci yüzyıla kadar bedenimiz içinde ilacı bulunmayan bir kanser virüsü gibi, bizim hücrelerimizi kemirerek ölüme götüren bir hastalığa dönüştürmüş ve ne yazık ki biz bu kanseri, kanser değil, o dinin ve onun Tanrı’sının güzel bir masajı olarak kabul etmişiz. Doğrusu ben bu hali görünce, mensup olduğum halkımı anlamakta zorluk çekiyor, çoğu kez öfkelenip içimden bu halka: “Yeter artık be bomıklar, sersemler, egemen düşman güçlerin bu yalanına inanmayın. Yeraltında cennet, cehennem, ateşte kaynayan katran kazanları, kıl kadar ince, kılıç ağzı kadar keskin sırat köprüsü, mümine 70 güzel huri yoktur. Bunların hepsi bu dünyada var, başka bir yerde değil. Barbar Cengizhan’ın kaynar kazanlarında binlerce kişi kaynatıldı. Merhum Minorski, zalim bir Osmanlı yetkilisinin bir Kürd gencini nasıl kazanda kaynayan kaynar suda haşladığını iyi anlatır. Ayrıca alın Abdullah Kaya kardeşimizin yeni çıkan “Dağ Kavmi” adlı kitabını okuyun. Okuyun, zalim barbar Türk’ün kaynayan katran kazanlarında haşlanan Kürd genç insanlarının nasıl can verdiklerini. İşte bu zulmü yapan, İslam dinine inanan ve günde hayalı yarattıkları Tanrıları için beş vakit namaz kılan, insan sıfatındaki vahşi barbarlar. Bu barbarlığı bütün dünya 2014 Haziran ayında İŞİD adıyla gördü. İŞİD ilk hedef olarak Küdleri, özellikle de Şengal’deki Êzidi kardeşlerimizden binlercesini kuzu keser gibi kesti, ana sıfatını taşıyan bütün kız ve gelinlerimizin ırzına geçti, binlercesini de esir alarak, götürüp çol Araplarına sattı. Onunla da yetinmedi, bu kez yönünü Sünni Kürdlere çevirdi, Kobani’de de binlerce Kürdü öldürdü. Amerika olmasaydı bugün Güney Kürdistan’da şanlı dört renkli bayrağımız dalgalanmazdı. Bu vahşeti halkım Kürd halkı gözleriyle gördü, büyük çoğunluk bu vahşi kurtlara “Bunlar İslâm değil” dediler, ki aslında İslam’ın kendisi oydu. İslâm öyle başladı.
Evet sevgili kardeşlerim, aynen böyle. Bunun içinde ben bazen kızarak, mensup olduğum halkıma: “Yahu yedinci asırda yaşayan atalarımız, Arabistan çölünden gelen bu zehir ve morfinli dini her türlü hastalığa
şifalı bir ilaç ve derman mı saydılar? Bu insan beynini sersemleştiren zehire “Bal mı dediler?” Elbette ilk etapta “Hayır” deyip direndiler. Direndiler ama barbar çöl ordularıyla baş edemediler. Arap çöl orduları, hem silah bakımından ve hem de eğitilmiş askeri alanda çok daha güçlü, güçlü oldukları kadar da canavar ve acımasızdılar. Kürdistan toprağına girdiklerinde, o kutsal anayurdumuzu bir kan gölüne çevirdiler. Atalarımızın kanıyla değirmen döndürdüler. Yüzbinlerce Kürd’e, önce “Eşhedünü getir” dediklerinde, Kürd ne onun dilini biliyordu ve ne de ne dediğini. Peki sonuç ne oluyordu? Sonuç o insanları önce yere yatırıp makas, keskin kılıç ve hançerle dilini kesmek, sonrada kılıç ile paramparça etmek. Bu vahşet 612 yılında başladı, 638-39 yılına kadar devam etti ve sonuçta Kürdlerin büyük çoğunluğu bu zehiri içmeyi kabullendi, azınlık bir kısmı ise, çöl ordularının yetişemediği ülkenin Kuzey dağlarına kaçtı. Bunlar Zerdüşt, Êzidi, Mazdek ve bugünkü Alavi, yani bugün “Kızılbaş ve Alevi” dediğimiz Kürdlerin ataları idi. Kısacası Kürdler böylesi bir zulüm sonucu, İslâm’ın morfinli şerbetini içerek sersemleştiler, ki bu durum bugünde gözümüzün önündedir. Toplumumuz tam bir sersemlik içindedir. Biliyorsunuz “Ser” Kürdçede baş, “Sem” ise Arapça da zehir demektir. İşte serimizin içindeki Arap zehiri, Kürdlerin büyük bir kısmı bugün de onu bal veya şeker şerbet niyetiyle her gün beş kere içmekteler. Başın tası içinde olan beyin her gün bu zehirle beslendiği için, beden yürürken sendelenir, sağa, sola yalpalanarak yürür, bir türlü gideceği huzurlu ve sağlıklı yönü bulamıyor.
Sevgili okuyucu kardeşlerim bunu size niçin yazıyorum? Sizden daha çok akıllı, daha çok bilgili olduğum için değil, günümüzdeki gerçeği ve geçmiş tarihin gerçeklerini size hatırlatmak istiyorum, ki bu dediklerimin hepsi gerçek; uydurulmuş bir tarih yalanı değil. İslâm dininin yaratıcısı Mekkeli Muhammed, onun başta halkı Arap, sonra Fars ve Türk öğrencileri, çoğu insanlarımızı Kürdlükten uzaklaştırarak hem kendilerine kul, köle ve onları koruyacak silah yaptılar ve hemde kardeşlerine düşman. İşte alın size Huda-Par ve sayısız Kürd benzerlerini. Sorarım size, siz dünyada kendi düşmanının doğum gününü kutlayan yüzbinleri, milyonları gördünüz mü? Zannetmen. Ya kendi halkının kasabına “Kurtarıcı atam” diyen, onun kurduğu partiye oy verenlere ne diyeceğiz?
Sevgili kardeşlerim bu başlığı ve merhum Karl Marks’ın bu çok önemli bulduğum sözünü niçin bu yazıya başlık yaptım? sorusuna gelince, gerçekten de “Din Zehirli Bir Morfindir” diyor ve buna yürekten inanan
kişilerden biriyim. Hele mensup olduğum Kürd halkının içtiği bu zehirin korkunç etkisini görünce kahroluyor, için-için ağlıyorum. Özellikle dört parçasındaki halkımızın büyük çoğunluğunun durumu ve onların bu zehirli morfinin alışkanlıklarına bir anlam veremiyorum. Bu halk, bu din için, kendi kardeş halkına da düşman olmuştur. Alın size Sünni ve Alavi -Alevi- Kürdlerin birbirlerine bakışları. Özellikle de Sünni Kürdlerin Êzidi ve Alevilere “Bunlar Kafir, bunlar Zındık” deyip katletmeyi vacip görmeleri. Herhalde 73 Êzidi katliamının 73’ü çöl barbarlarının silahlarıyla olmadı. Yıllar öncesi Palolu iki Sünni Kürd, bir Dersimli genci, Halepte derisi yüzülen Nesimi gibi, derisine her bıçağı vurduklarında “Hadi Kafir çağır şu Ali’ni o gelsin seni kurtarsın” deyip öldürmüşlerdi. Ha, unutmayayım, siyasette de Kürdler yine aynı Kürdlerdir. “Siyaset Kürdler için de zehirli bir morfindir” diyebilirim. Çünkü sözümona, yerde mantar biter gibi çıkan fraksiyonlar, Kürd Parti ve örgütleri, 1965 sonrası birbirlerinden binlerce beyin insanını öldürdüler. Örneğin PKK’nın diğer örgütlerden öldürdüğü insan sayısı on binlerin üstünde. Ya kendi içinde öldürdüğü genç sayısı? Ayrıca 1990’larda KDP ve YNK ile savaşta ölen Gerilla ve Pêşmergeler? İşte buda siyaset inancıyla oldu, bugün de bu durum, düşmanlık anlayışı devam etmektedir. Bunlar geçmişten ders alamadılar ve almakda istemiyorlar. KDP ve lideri Mesud Barzani PKK için en büyük düşman. YNK’ın içinde ve “Goran” denen Parti de bu gözle KDP ve Mesud Barzani’ya bakmaktalar. Kısacası siyaset de Kürdler için bir İslâm dini gibi algılanmaktadır, ki bu çok tehlikeli bir durumdur. Bakın Kuzey parçasındaki Kürdlerin durumuna ve siyasi anlayışlarına. Orada zalim, faşist düşman TC yüzyıl içinde yüzbinlerce Kürdü imha etmesine rağmen, Kürdler 24 Haziran için birlikte hareket etme becerisini bile bilemiyor, birbirlerini yabancı görüyorlar. HDP’li Kürdler kendi binyıllık düşmanlarıyla itifak etmesini bir anti faşist dayanışma sayarken, kendi Kürd kardeşleri ile kardeşçe bir birlik oluşturmayı kendi siyasetine aykırı görüyor. Adaylarını kendileri gibi Kürd siyasi arenada olan kardeşlerinden değil, düşman halkından sözümona çarpık ve sahte Türk solcularını tercih etmekte ısrar etmektedir ki, inanın bazen bunların Kürdlüğünden de şüphe ediyorum. Yahu niçin kardeşlerinizle can-ciğer kardeş olamıyorsunuz? Niçin güçlerinizi ortak düşmana karşı birleştirmiyorsunuz? Niçin halkınıza zulmü kutsal bir görev sayan zalim, zalim olduğu kadar da acımasız barbar düşmanları göremiyorsunuz? Lütfen siyaseti soyut bir dini kavrama dönüştürmeyin, ayıptır, günahtır bizim mazlum, çıplak ayaklı halkımıza. Siyaset bir insanı eğitme ve yönetme bilimidir. İnsan ise bir Tanrı’dır. Tanrı insanı yaratmadı. O kutsal soyut kavramı insan yarattı. Dolaysıyla insanın kendisi Tanrı’dır. Eğer siz bir Tanrı’ya,
bir Peygamber’e inanıyorsanız, lütfen bu iki adın yüzü hürmetine kardeşlerinizle kardeş olun. Birbirinizin kuyusunu ve mezarını kazmayın. Zaten düşmanlar bizim kuyumuzu kurutup, mezar yerimizi de bizden almak istiyorlar. Bir de siz onların bu arzusuna ortak ve alet olmayın.
Bir başka isteğim. Özellikle de PKK ve HDP’li Kürd kardeşlerime ricam. Lütfen basın ve kişisel propaganda da, halkımızı birbirine karşı, tepki temelinde örgütlemeyin. Sizin gibi düşünmeyen, sizin gözlerinizle dünyaya bakmayan Kürd kardeşlerinizi düşman yerine koymayın. Hepimizin istek noktası Özgür ve Bağımsız bir Kürdistan’dır. Bu ortak nokta, hepimizin kutsal Tanrı’sıdır. O noktayı her şeyin önüne koymayı kutsal bir görev saymalıyız. “Sen, ben” demeyi bırakıp “Biz, hepimiz” demeyi yine kutsal bir görev olarak kabul etmeliyiz. Yapıcı eleştiriyi bir bilgi olarak kabul edelim. Çok renkliliği ve çok sesliliği bir hazine zenginliği kabul edelim. Lütfen siyaseti de zehirli bir morfin olarak halkımızın kafasına şırınga etmeyelim.
Böylesi bir dilekle yazıya son verirken, halkının özgürlüğünü 15 bin Türk lirası için düşman partilerinde görev yapan, o parti liderlerinin halkımıza reva gördükleri zulme ortak olan Kürde de “Lanet olsun” diyor, halkımızın bu satılmış insanlara itimat etmemeleri ve onları düşmanın dostu olarak görmelerini dilerim.
Not ve son dileğim:
24 Haziran Başkanlık ve Milletvekili seçiminde CHP, İYİ Parti ve Selamet Parti kazansa da, o faşist devletin “Devlet’in Bekası” dediği anlayış değişmez. Muharrem İnce koyu bir devletçi, bağnaz bir Kemalist. Akşener ve Karamanoğlu da, İnce’nin gerisinde değiller. Akşener 17 bin faili meçhul kardeşlerimizin katili. Temel Sakallı Bey ise Madımak’ta diri-diri yakılan aydın ve sanatçıların katili. Ben Selahaddin Demirtaş’ın politikasını hiç sevmedim, ama onun genç yaştaki hitap şekli, hatip ruhunu çok sevdim. Dilerim her Kürd Selo’ya oy versin. Nede olsa bir Kürd kardeşimiz. “Kan su olamaz” sözünü unutmayalım. Saygılarımla.