Sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim, zaman zaman yalnız kaldığımda, hep derin derin düşünüyor, ben gibi insanları, özellikle de toplum içinde üniversite okumuş, kendini bir bilge ve filozof sayan; siyası bir parti kurup başkan olan bazı kişilerin mazlum halkımız içindeki
hareketlerini gördüğüm de, konuşmalarını dinleyip, gazete ve dergi sayfalarına yazdıklarını da okuduğumda, onlar adına utanıyor, “Keşke bu insanları tanımasaydım, insana yakışmayan hareketlerine şahit olmasaydım ve ne dediklerini de kulaklarımla duyup, yazdıklarını da
okumasaydım” diyorum. İnanın bu tür kişilere ne diyeceğimi de bilmiyorum.
Sevgili dostlar, sosyal uyanışımın tarihi 1962, toplumsal sorunlara, siyasete yakınlığımın tarihi de 1965’in ilk aylarında başlar. Sosyal uyanışımda Kıbrıs adasındayım. Toplumsal sorunlara yakınlık duyduğumda da İstanbul, Ortaköy Pepo Kuru Temizleme Fabrikasında bir emekçi, sendikacılıkla uğraş veren biriyim. Zaten “Sendika” sözcüğünü ve sendikanın ne olduğunu o kadim adada duymuş, ilk Sosyalist ve Komünistleri de yine o adada tanımıştım. Hiç unutmam, çalıştığım Pepo Kuru Temizleme Fabrikasında 41 emekçi çalışıyor, bunların yüzde doksan
dokuzu Giresun, Alucra kazasının köylerinden gelen fakir, eğitimsiz, köylü insanları, inadına muhafazakâr, dinci, zaman zaman Alevi olduğum için, ayrıca onlara belirli sol fikirlerimi açtığımda, kızarak bana “Komünist, Piç Cafer’in torunu” der, şiddetle fikirlerime karşı çıkarlardı. Tabii sendikanın işçiler için ne olduğunu söylediğimde, o tepkiler yerine bana yakınlık duyarlardı, ki bu da onların içinde Salim adında bir yakın hemşerilerinin bana çok yakın ilişkide olduğu içindi. Ayrıca Gürcü asıllı, Kasımpaşa’nın aynı mahallesinde oturduğumuz, -Recep Tayyip Erdoğan’ın mahallesi, Küçük Piyale- İstanbul İktisat Fakültesine yeni başlayan, ders sonrası gelip fabrikada tezgahtarlık işiyle uğraşan Galip Koçdemir adlı delikanlı da beni fikirlerimle desteklediği için fazla üstüme gelmiyorlardı. Daha sonra Salim’in gayretiyle çoğu kişileri ikna ederek, Tekstil sendikasına üye yaptık. O zaman hâlâ DİSK kurulmamıştı. Ayrıca Galip, benim en yakın yoldaşım ve fikir arkadaşım idi ve işçilerin büyük kısmını Sendikaya üye yapmamızdan sonra, Galip yoldaşımın önerisi ile ilk önce Ant ve Yeni Ufuklar dergisine abone oldum. Kısa bir zaman sonra da, bu kez Cağaloğlu’na gidip bir kitapçıda, ayda 12 lira taksitle 50’ye yakın kitap alıp evde küçük bir kitap dolabım oldu. Günlük olarak da he rgün Akşam ve Cumhuriyet gazetelerini alarak merhum Çetin Altan’ın Taş sütunundaki makalesini, İlhami Soysal, zaman zaman Refik Erduran, İlhan Selçuk’un Pencere sütunundaki makalesini, Burhan Felek ve Ulunay’ın makalelerini okuyor, ufkumu genişletmeye çalışıyor ve egemen güçlerin şimşeklerini üstüme çekiyordum. Çünkü genç, enerjik, çok heyecanlı, her şeyi bildiğine inanan, anarşist solcu, çok konuşan, gırbêj, yani ukalanın biriydim. Bir gün uzaktan bir akrabam, Hıdır adlı merhum kişi, bana: “Rıza, ya ağzını tut, ya da bu ülkeden uzaklaş. Bu halinle bir gün seni öldürürler” dedi ve ben 16 Ekim, 1966’da eşimi o günkü İşçi Bulma Kurumu’na yazdırarak, -kadınlar 6 haftada gidiyorlardı- o kontratlı işçi trenle Hamburg’a, bende turist olarak Almanya Stuttgart kentine daha önce işçi olarak gitmiş, Sivas kentinin, Kangal kazasının bir köyünden olan iki kardeşin caka satmak
için sıfır kilometre Opel Admiral marka arabasıyla izine gelen, dönüşlerinde kendilerini Karaköy İşçi Bulma Kurumu önünde tanıyarak ve üç yüz Türk lirasını ödeyerek, onlarla birlikte Almanya’ya hareket ettik. Meşakkatli ve komik bir yolculuktan sonra, Almanya hudut
gümrüğünden çıkıp, Almanya toprağına ilk adım attığımız sabah saat sekizde, kahvaltı yapmak için bir yerde durup, araba radyosunu açtığımızda, o dönemin Eralp hükümeti düşmüştü, ki bu bizim için korkunç bir şansızlık idi. Çünkü yedi yüz bin kişi işini kaybetmiş,
ülke ekonomisi kriz içine girmişti. Uzatmayayım, Stutgart’a kadar o iki kardeşin arabasıyla gittim, oradan da trenle Hamburg’a giderek daha önce İstanbul’da tanıdığım, bizim aile fertlerimize “Dayı” dedikleri, Dep -Karakoçan- Çakan köyünden, Apocu olduktan sonra da Hamburg Komkar kütüphanesini yakan, üçlü bırakuji döneminde ise Hamburg doğumlu, merhum oğlu Hüseyin’i Apo’ya kurban eden, fakat katilin Mesud Barzani olduğunu söyleyen yaşıtım Rıfat Çelebi –Bugün Nürnberg de bir bakım evinde- ve diğer iki kardeşi, Hacı, Kâzım ve yakın akrabaları Düzgün Çelebi kişilere misafir oldum, onlarla beraber eşimi karşılamaya gittik. -Çünkü ben trenden önce Hamburg’a varmıştım-. Ben orada dört ay kaldım, hanımın çalıştığı fabrika müdürü bana ”İstanbul’a dön, evlilik cüzdanını, kaç çocuğun olduğunu, onların nüfus kayıt cüzdanlarının kopyalarını gönder, biz seni istek yapar, altı haftada burada olursun” dedi ve ben İstanbul’a dönerek tüm isteklerini gönderdim, fakat İşçi Bulma Kurumu, ki Almanca “Arbeitsamt” denen kurum kabul etmedi ve hanımım benden iki ay sonra, benim isteğim üzerine, gizli geri geldi. Çünkü bir yıllık kontratla işe başlamıştı, mecburen bir yılı tamamlayacaktı. Zaten Almanya’yı da sevmemiştik. -birçok sebepten dolayı-
Sevgili okuyucu kardeşlerim, başlıktaki başlık konusunu size anlatmadan önce, size anılarımdan bir yaprak sundum, bağışlayın. O günden sonra da, hep kaçmayı düşündüm ve 19-1-1970 günü İstanbul’dan ayrılarak bugün yaşadığım Avustralya Sydney kentine gelip yerleştim, 7 ay sonra da benim isteğim üzerine Avustralya hükümeti eşimi ve üç çocuğumu bedava getirdi. O gün, bugündür bu ülkedeyim. Yani tam 50 yıl. Bu ülkedeki yaşamım Kürdçe, Türkçe anılarımda yazılı. Burada ilk Kürdistan sorunuyla tanışmamın tarihi 1975’tir. O yılda ilk defa Özgürlük Yolu dergisiyle tanıştım. Türk solunun gelen yayınlardan ve halkın sülalesinden bahsetmek istemem. Çünkü uzun hikâye. İlk Türkçe, Kürdçe okuduğum gazete, Almanya’dan bana gelen Dengê Komkar, adresi bana merhum Mazlum Doğan’ın abisi Fevzi Doğan vermişti. Dep-Karakoçan- TÖB Başkanı idi. Dengê Komkar’dan sonra merhum İhsan Aksoy’un çıkardığı Gazina Welat, İsveç’ten Berbang, Roja Nû, Armanc, Kürdistan Pres, Ala Rızgari, Rızgariya Kürdistan, daha sonra Mustafa Düzgün’ün çıkardığı Berhem vs. vs. İlk Kürd Alfebesinin 31 harfini bu ülkede, bahsettiğim bu dergi ve gazetelerde gördüm, bilemediğim X. Q. W. Û. Ê. Î, bunların küçük harflerini nasıl okumam gerektiğini Kemal Burkay’ın buraya göçmen olarak gelen bir köylüsünden öğrendim. Bir başka deyişle Kürdçe okuma, yazmayı bu yayınlardan öğrendim. İlginçtir bana bu harflerin nasıl okunduğunu, nasıl ses çıkardığını söyleyen adam, daha sonra birdenbire bir Apocu oldu, okumaya da “Kaka” demeye başladı, bugün de 87 yaşında yaşlı, kendi evinin dört duvarı arasında, ben gibi ölümü bekliyor.
Evet, bu yayınlardan sonra PKK’nın çıkardığı iki yayın organı ile tanıştım. Serxwebûn ve Berxwedan. Serxwebûn tamamen Türkçe, Öcalan bu gazetede Ali Dicleli adıyla yazıyor, her okuduğum sayıda Mustafa Kemal’e, Türk devletine verip veriştiriyor, akla gelen her türlü kötü sözü söylüyordu. Berxwedan ise, İsveç’te merhum Enver Ata -Avdo onu Upsala’da öldürttü- Kürdçe çıkarıyordu. Ben başlangıçta bu iki gazeteyi o zaman tam Avdo’ya mürit olmamış birinden alıp okurdum. Özellikle de Ali Dicleli, Avdo’nun yazılarını okur, onun Türk devletine karşı öfkesi, Mustafa Kemal için sarf ettiği sözleri hoşuma gider, sevinirdim. Çünkü onu net olarak tanımıyor, KUK ile savaşı ve diğer yurtsever örgütlerle ilişkileri, daha sonrada Mustafa Çamlıbeli’n onun direktifiyle öldürülmesi beni derinden düşünmeye sevk etti ve onu çeşitli yayınlarda takip etmeye başladım. Hiç unutmam, -Serxwebun’un kaçıncı sayısında olduğunu hatırlamam- bir yazısında, asıl “Küçük Güney” dediğimiz, bugün ise “Batı Kürdistan” dedikleri, Suriye toprağının içinde bulunan coğrafyada yaşayan Kürdlerin bir bütününü Baba, diktatör Hafız Esad’a: “Buradaki Kürdler Şeyh Seid katliamı döneminde buraya göç eden Kürdlerdir. Buradaki Kürdlerin üstünde yaşadıkları toprak parçası Kürdistan toprağı değil” demiş, ben gibi Kürdleri hem üzmüş ve hem de kızdırmıştı. Oysa ki o topraklar Selahaddin î Eyûbi’nin (1138-1193) çok öncesinden beri Kürdistan toprağı, üstünde yaşayanların büyük çoğunluğunun ve yine Selahaddin’in ordusundaki askerlerin büyük çoğunluğu da Kürd cengaverleri idi. Selahaddin koca bir İmparator, merkez de Şam’dı, ki bugün onun mezarı ve koca heykeli Şam’dadır. Ben, 2001’de, o toprağın evladı Şair Dilawerê Zengi ile mezarını ziyaretten sonra, gidip heykelin önünde de birlikte resim çektik, o resim Kürdçe ve Türkçe yazdığım anılarımda mevcuttur.
Evet sevgili Kürd kardeşlerim, PKK’nın büyük Tanrısı Marduk’u yıllar önce bu gerçekle hiç ilgisi olmayan sözleri Baba Hafız Esad’a söylemiş, bugünde oğlu Beşar Esad bir Rus TV kanalına “Bizde Kürd sorunu diye bir sorun yok; Kürdler ülkemizde göçmendirler” diyor.
Çünkü ne babası böyle bir şey söylemişti ve ne de kendisi. Bunu ilk söyleyen ve bu malzemeyi o zalim düşmana veren Tilmun’daki zavallı müritlerin Pir’i, Rayber’i, Mirşit’i olan kişidir. Çünkü o ilk defa Şam’da düşmanın emrinde olan milyonlarca zavallının Tanrı bildiği ve
onun için kendilerini yaktıklarının ulu önderi, dünyanın dehası, hiç yanılmaz kişi ve modern demokrat ulus teorinin de babası. Böylesine bir kişilik bunu söylemişse, onu seven zavallı müritlerin yapacak bir şeyleri yoktur. Çok yazık şehit olan on binlere, tahrip olan koca kutsal coğrafyaya, yerinden, yurdundan olan milyonlarca Kürd insanına. Çok yazık hâlâ dostun kim, düşmanın kim olduğunu bilmeyen sözüm ona seroklara, kült ve kişiye tapan zavallı müritlere. Çok yazık, çok yazık bu kadar yıkımdan sonra akıllanmayan, kardeşiyle kardeş olmayan yüzbinler ve milyonlara.
Son sözüm, Beşar Esad’ı suçlayanlar, önce bu deyiş ve malzemeyi düşmanın eline veren serok ve ulu önderlerini ve onun gibi düşünenleri suçlasınlar. Böylesine bir dilekle. Saygılar.
rizacolpan@gmail.com