Sevgili okuyucu kardeşlerim “Her insanın yaşamı bir romandır” diyorum. Gerçekten de bu böyledir. Her insanın yaşamı bir roman olmakla birlikte, yine her insanın romanının içeriği de başka-başkadır. Hele ezilen bir topluluğun insanlarının hayat hikâye romanları hep dram, acı ve gözyaşıdır. Özellikle de biz Kürdlerin hayat hikâyeleri bir başkadır. Örnek olarak benim hayat hikâyem. Hayat hikâyem acı, dram, hüzün, gözyaşı, gülüş ve sevinç içiçedir. Ben ki Dersim’de 1937-38 de zalim Türkün kurşun, top ve süngüsüyle öldürülen 70.000 şehidin artığı, gençliği acı hikâye dramlarıyla dolu, Türk’ün verdiği nüfus’a göre 13, gerçekte ise 16 yaşımda ilk defa ayağıma ayakkabı giyiyor ve ilk defa o yıl “Portakal” denen meyvenin tadını Adana’da tadıyor, yine o yıl “Tisor” adı verilen bir gömlek ve ikinci el bir takım elbise giyiyorum. Gerçek yaşamımın 19’unda ise İstanbul’da kimsesiz, ayağında yırtık ayakkabı, üstünde beyaz el dokuma bezinden dikilmiş yakasız bir kıras, aynı renk ve aynı bezden bir derpe, yani şalvar, Kasımpaşa, Kiği Xolxol -bugün kaza ve adı Yayladere- köyünden Mustafa’nın kahvehanesinin merdiven altını mekân eden bir aç, susuz, işsiz, güçsüz, lokantaların büyük cami havlusuna güvercinler için attıkları ekmek kırıntılarını açlıktan ölmemek için yiyen, bazen merdiven altı, bazen köprü altı, bazen Tepebaşı ve Taksim’de tahta kanepelerde yatan, sonra inşaat işi, daha sonra iskelelerde hamallık, ki -belki inanan olmaz- Halıcıoğlu’nda Zonguldak Karabük’ten gelen demir piklerden 358 kiloyu küçük şilepte sırtımdaki tahta semere yerleştirdikten sonra, kalaslar üsünde yürüyüp kantara getirip tartan Rıza, daha sonra Perşembe pazarındaki Marmara şarap evinde işçi, 6-7 Eylül 1955 olaylarında gece saat 11 sonrası Örfi-İdare’den tutuklanmam ve tutulan dosyamda ise “Çapulcu” denilen ben, dört gün sonra Selimiye Askeri Kışlasında bir ay, daha sonra Sirkeci Askeri Konak, toplam beş ay hapisten sonra firar, Bursa Tirilye nahiyesine, katliam döneminde Abdullah Alpdoğan’ın ajanı, köylüm Hüseyin Doğan’ın sürgün evine, 6 ay sonra tekrar İstanbul, bu kez bar ve pavyonlarda önce komi, sonra garson, külhanbey, kabadayı, 16-10-1959’da asker, Bahriye. Önce Anadolukavağı 81 piyade taburunda eğitim, sonra İskenderun Deniz Eğitim Alayında Kamarot kursu, sonra sevk bu kez yine Anadolu kavak Dört Kıyı Top Taburu. Ardından 27 Mayıs Cunta sonrası ben Sarıyer Ordu Evinde Şef garson, iki kez cunta başı Xınıs Kürdü Cemal Gürsel’e, ki o, o yılda Diyarbekir’de “Kim kendine Kürd diyorsa yüzüne tükürün” diyene kahve servisi, Yassıada mahkeme Başkanı, yani o günün Başbakan’ı Adnan Menderes, Dışişleri Bakan’ı Fatih Rüştü Zorlu –ki Kürd idi- ve Hasan Polatkan’ın idam fermanını çıkarıp onaylatan Tokatlı Salim Başol’a yemek servisim ve yine o zaman dostunu, düşmanını tanımayan, inadına CHP’nin başı cellatına tapan, hatta yukarıda adı geçen üç insanın idamına sevinen ve 16-Ekim 1962’de terhis olan ben, 22-12-1962’de Kıbrıs’a gidip Kürd kökenli bir kızla evlenmem, -bugün 55 yıllık eşim- sonra 21 Aralık 1963 Türk, Rum savaşı, herşeyi kaybetmem ve orada iki yıl mücahitlik, -çok şükür kimseyi öldürmedim- 28 Şubat 1965 tekrar İstanbul, Ekim 1966 Almanya, dört ay sonra dönüş, 19-1-1970’de İstanbul’dan ayrılmam ve 21-1-1970 günü Avustralya, Sydney kentine gelişim.
Evet sevgili okuyucular nerden, nereye, ne idim ve ne oldum. Bugün tam 48 yıldır ki bu ülkedeyim. Bu ülke benim bütün acılarımı bana unutturdu, bana dünyanın dört kıtasını gezme olanağını sundu, iki binden fazla kitap okumamı, ev-bark, araba sahibi olmamı sağladı, kimine göre beni yazar ve şair gösterdi, ama içimdeki vatan hasretime bir derman bulamadı. Bunun için son yıllarda zaman, zaman o hasretimi gidermek için ülkem Kürdistan’a gidip geliyorum. Gidip geliyorum ama, doğduğum yer hâlâ özgür değil. Baykuşlar doğduğum köy evimde ötüyor. Bunun için Özgür olan Güney parçaya artık köyüm gibi bakıyorum. Çok sevdim orayı. Dilerim ölmeden önce doğduğum parçanın da özgürlüğünü görürüm. Bi a Xwedê.
Evet sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim; böylesine uzun bir girişten sonra yine döneyim Özgür Kürdistan’daki izlenimlerime. Yani 14-5-2017 gününe. O gün sabah saat 10’da Zana kardeşimiz gelip bizi aldı, direk Famili Mall’daki lokantasına götürdü. Kahvaltı sonrası bana “Kek Rıza, ben Kürdistan 24 televizyon kanalından Kurmanci lehçesiyle proğram hazırlayıp sunan arkadaşım Cemal Batum ile konuştum, o bugün saat 18-30’da seninle Avustralya Kürdleri hakkında bir söyleşi yapmak istiyor; bence bu çok iyi olacak” dedi, ben ise “Olur, niye olmasın”deyip Cemal’ın bana ne soru soracağını düşünürken birden Hawramanlı kardeşim Makvan’ı karşımda buldum. Daha ona “Hoş geldin, otur” demeden o: “Kek Rıza siz bugün benim özel misafirimsiniz, sizi özel bir yere götüreceğim” dedi, ben ise: “Bizi nereye götürüyorsun Makvan Can?” deyince gülerek “Söylemem, size bir sürprizim olacak, hiç itiraz istemem, hemen kalkın gidiyoruz” dedi ve biz kalkarken Zana: “Makvan Can sakın Kek Rıza’yı geciktirmeyesin, onun bugün saat 18-30’da K.TV 24’te proğramı var” dedi, Makvan her zamanki güler yüzüyle: “Sen merak etme Kek Zana, ben onu zamanında getirir, televizyona da yine kendi arabamla götürürüm” dedi, bizi park yerindeki arabasına götürüp bindirerek dışarı çıktık. Makvan bizi nereye götüreceğini bilmiyor ve bunun için de merak ediyorduk. Hernekadar ben: “Makvan Can sahiden bizi nereye götürüyorsun?” dediysem de o her zamanki gibi gülerek “Söylemem bu sürprizdir, lütfen sabret” diyor başka birşey demiyordu. Bir baktık Makvan arabanın yönünü Selahaddin’e çevirdi, orayı ve Şaqlawa’yı geçtikten sonra sola dündü, bizi koca bir vadinin içine sokarken, Makvan’ın bizi nereye götüreceğini anladım. Çünkü daha evvel üç kez o cennetimsi vadiyi görmüş, o vadinin Barzan vadisi olduğunu biliyordum. Sağ tarafımızdaki Kandil dağına bakınca anladım ve “Makvan bizi merhum, unutulmayan lider Mele Mustafa Barzani’in mezarının bulunduğu yere götürecek” dedim ve gerçekten de uzun bir yolculuktan sonra Makvan bizi oraya götürürken “İşte sürprizim Kek Rıza” dedi ve biz arabadan indik. İnerken orada birkaç kişiyi gördük ve “Mezarı ziyaret etmeye geldik” dedim, eşimin başını açık gören genç bir bayan eşime bir siyah eşarp verdi, eşim eşarpı başına taktı, üçümüz birlikte gidip mezarın etrafındaki taşlı duvarı öperek, saygı duruşunda bulunduk, Makvan Fatiha okudu, daha sonra iki üç genç insan bizi misafir salonuna davet edince ben de bir genç adama Kürdçe: “Mezardan bir avuç toprak almamız mümkün mü? Çünkü büyük insan Mele Mustafa’nın bir hayranı bizden onun mezarından bir avuç toprak istedi” dedim, genç adam “Olur, siz oturun ben size getiririm”dedi, biz oturduğumuzda iki genç insan bize yemek ve su getirdi, biz orada yemek yerken, diğer genç adam mezardan bir avuç toprağı bir naylon poşete koyarak getirip bana verdi; daha sonra çay içip hatır istedik, takriben saat akşam beşe doğru da Hewlêr, Famili Mall’daki Zana kardeşimizin kahvehanesine geldik, saat tam 6’da da Makvan bizi K. TV 24’e götürdü, Dêrikli Cemal Batum benimle yarım saat bir söyleşi yaptı; söyleşi naklen yayınlandı, eşim ve Makvan’da misafir odasında seyrediyorlardı. Çıktığımda onlara: “Nasıl geçti” dedim, onlar “Çok iyi” dediler, ama ben o kadar başarılı olduğuma inanmadım. Çünkü 82 yaşındaki bir ihtiyarın uzun soruları kafasındaki beynine hemen kopya yapması ve net cevap vermesi biraz zor diye düşünüyordum, fakat orada bulunup seyreden diğer birkaç kişi bana “Çok iyi geçti Seyda otur biraz, Cemal Beyin bir proğramı daha var, bitirdiğinde gelip seninle konuşacak” dediler, gerçekten de Cemal ikinci proğram sonrası geldi, benimle uzun uzun çok güzel bir Kürdçe, eşim ile de Türkçe konuştu, bana e-mail adresini verdi, biz orada takriben saat akşamın sekizinden sonra hatır isteyerek ayrıldık, Famili Mall’daki Zana kardeşimizin kahvehanesine geldiğimizde, orada Kültür Bakanı Salar Osman’ı gördük. Salar bizi görünce ayağa kalktı, Kürdçe “Bir arzunuz varsa söyleyin, emrinize amadeyiz” deyince gerçekten çok mahçup oldum. Çünkü benim gibi bir insanın ona ve benzerlerine ne emri olabilirdi ki. Teşekkür ettikten sonra oradan ayrıldık. Ayrıldıktan sonra aniden Xelil Sıncari ile karşı-karşıya geldik. “Hani sen Dıhok’a gidecektin” dedim, “Yine özel bir işim çıktı” dedi ve oturduk, çocuğu olmayan büyük oğlumun, bir yetim Kürd çocuğunu evlat yapmak istediğini, burada böyle bir çocuğun olup olmadığını sorduğumda o, “Kek Rıza bulunur ama bu bir günlük iş değil, araştırır, sana haber veririm” dedi, daha sonra hatır isteyerek o gideceği yere gitti, biz de Zana kardeşimizin yanına gelerek o bizi arabasıyla kaldığımız evine götürdüğünde, saat’da gecenin 11’ini geçiyordu. Yani o günümüzde böylelikle son buldu.
Evet ertesi gün, yani 15-5-2017 sabah saat dokuzda kalktık, saat 10’da Zana gelip bizi aldı direk Famili Mall’daki lokantasına götürdü, kahvaltı sonrası Zana “Kek Rıza bugün Rûdaw’da çalışan gazeteci bir bacı gelip seninle bir söyleşi yapmak istiyor, sakın bir yere gitmeyesiniz, o saat bire doğru buraya gelecek” dedi, bende “Olur buna sevinirim” dedim ve o bacıyı bekledim. Gerçekten de o bacı saat birden önce geldi, tanışıp tokalaşırken bana: “Adım Gülbahar, uzaktan Mehmet Emin Bozaslan’ın yeğeni, Rûdaw gazetesininde muhabiriyim, seninle bir söyleşi yapmak istiyorum Rûdaw gazetesinde yayınlanacak” dedi, gerçekten de o kızımız ismindeki baharın gülü kadar güzel ve nazikti “Hayhay sevgili kızım dedim, o gülerek “Gel şöyle bir tenha köşede, sessiz bir masada oturalım” dedi, birlikte gidip bir masa etrafında oturduk, sonra ses alan ufak makinasını önüme koyup sonra düğmeye basarken önce kim olduğumu, biografimi sordu, gereken cevabı verdim, daha sonra sorularına geçti, hepsine bildiğim kadarıyla cevap verdim. Söyleşi takriben yarım saatten fazla sürdü. Daha sonra resmimi çekti, e-mail adresini bana verdi, sonuçta bir baba kız gibi öpüşerek ayrıldık. Tabi söyleşinin neşredilip edilmediğini bilmiyorum. Çünkü uzak bir diyardayım.
Evet sevgili okuyucu kardeşlerim, birgün sonra, yani 16-5-2017 günü yine Zana kardeşimiz gelip bizi aldı diğer günler gibi lokantasına götürdü, birlikte oturup kahvaltımızı yaptık, ki o gün biz önce Lalêş dergâhına, oradan da Dıhok’a gidecektik. Dıhok için daha önce hem Zana kardeşimiz ve hemde PSKlı arkadaşlar oradaki Yazarlar Birliği Başkanı Sayın Hasan Slevani’ye, -benim ismimi de vererek- telefon ediyorlar ki o bize orada bir otelde yer bulsun. Ben Hasan’ı gıyaben tanıyordum. Hasan’da gidip bize “Hakar” adlı bir otelde yer ayırıyor. Biz kahvaltı sonrası, nasıl gideceğimizi sorarken Zana “Kek Rıza ben sizi Lalêş ve oradan da Dıhok’a götürecek birini buldum. Bu yirmi yıllık bir Pêşmerge, sizi 80 dolara götürür” dedi ve yarım saat sonra adam geldi, biz valizlerimizi bağaja koyarak, Zana kardeşimize ve onun o güzel çayhane ve aşhanesinde çalışan gençlere teşekkür -çünkü hepsi bize çok hizmet etmişlerdi- edip, vadalaşarak ayrıldık. Hele Zana’dan ayrılmak, beni içten ağlattı. Çünkü o bizi tarifi imkansız bir misafirperverlikle karşılamış ve bize hizmet etmişti. Ona, PSKlı arkadaşlara tekrar, tekrar teşekkür ediyor, bu bölüme de böylelikle son vermek istiyoum.
Altıncı bölümde buluşmak umuduyla. Hoşça kalın sevgili kardeşlerim.
rizacolpan@gmail.com.