Sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim, yukarıdaki başlığın anlam ve hikâyesini yanılmıyorsam birçok arkadaş topluluğunda ve birçok kez de aile toplantı sohbetlerinde etrafımdakilere anlattım. Kırktan Sonra Kendini Tanıma hikâyesini ben ilk önce, bundan takriben 76-77 yıl önce, arazisini yarı-yarıya sürdüğümüz isimsiz büyük Kürd ozanı, Bamasur aşiretinden, aşk hikâyesini derleyip “Destana Evina Seid Mistefê û Axcîhanê” kitaba dönüştürdüğüm merhum Seid Mustafa’nın torunu Seid Weli’den defalarca dinlemiştim. Çünkü o her yılın son baharında köyümüze yakın Palo ve Dep kazasının talip köylerine, yani müritlerini ziyaret etmeye giderken, beni de yanında Kamber olarak götürürdü. Daha doğrusu ben taliplerin ona verdikleri koyun, keçi, oğlak ve kuzularına çobanlık ediyor, bir köyden diğer bir köye götürüyor, sonuçta birlikte köye döndüğümüzde benimde cebimde üç, dört lira param olur, onu da sevinerek evin reisi merhum ağabeyim Hüseyin’e verirdim. Kısacası gittiğimiz her köydeki talibine misafir olduğunda, onu görmeye gelen köylülere, özellikle de Kürdçe “Cıvat” dediğimiz Ceme gelen topluluğa çeşitli hikâyeleri, özel nasihatsal anlatımıyla anlatır, gelen topluluk da iki kulakla değil, dört kulakla onu dinler ve birbirlerine Kürdçe “Va Seîda çiqas kûr e, çiqas zanaye, di heft qat binê erda sar û tarî, li jor jî di heft qatê asiman da çi heye, çi tuneye dizanî” diyor, onu hayranlıkla dinliyorlardı. Gerçekten de o inanılması güç, metafiziksel uydurulmuş o hikâye fıkralarını ki, o okuma, yazma, Türkçe bilmeyen, sadece ölmüş meşhur, namlı Kürdler ve çeşitli acıklı olaylarla ilgili ağıt, yani kilam besteleyen kişi o hikâyeleri kimden duymuş, kim ona öğretmişti, hiç birimiz bilmiyorduk. Onun Viranî Baba, Kurt ile İslâm Peygamberi Muhammed ve Ali ile ilgili birçok hikâyeleri, Yer Su, Gök Pus İken, Yedi Kat Gök Üstünde Yeşil Kulübe ve Cebrail’in Kırk Bin Yıl Dolaştıktan Sonra O Kulübeye Geliş hikâyesi ve Kur’an’ın Kün süresiyle koca dünya ve ucu-bucağı bilinmeyen evrenin yaratıldığı vardı ki, bunların hepsi metafiziksel anlam taşısa da o nasihat niteliği taşıyan anlamda anlatırdı. Anlatırken de gelen topluluk mest oluyordu. Çünkü sesi ve anlatım şekli çok tatlı şekerimsiydi. Toprağı bol olsun, onu anılarımda da anlattım ve bu sitede onun isimsiz şairliği ile ilgili bir de uzun yazı yazdım, okuyanlar hatırlayabilirler.
Sevgili okuyucular, defalarca yazdım, ben gibi birçok Kürd yurtseverleri yazdı ama ne yazık ki seroklarımız ne bizi okudu ve ne de hewar feryadımızı duydu. Yani İslâm’ın çıkışından günümüze, biz Kürdler dost kim, düşman kim ne tanıdık ve ne de birbirinden ayırabildik. Kılıç zoruyla İslamlaştık, Arabı kendimize hem Peygamber ve hem de Tanrı yaptık. Kılıç olduk İslâm’ı koruduk. Hıristiyan dünyasına “Kafir, Gavur” dedik, onların Ortadoğu’ya gelişlerini engelledik. Örneğin, Selahaddin î Eyyubi. Ayrıca Ebu Süfyan olduk Alevi ve Êzîdî kardeşlerimizin ölüm fermanlarına imza attık, cennete gitmek için onları öldürmeye gittik. Alevi Kürd’e “Ana, bacı tanımaz, namaz kılmaz, abdest almaz” Êzîdî Kürd’e “Şeytan’a tapıyor” diyerek zalimlerin kılıçlarını alarak onları öldürmeye gittik. Yani biz bizi öldürdük, asıl düşmana “İslâm ve Ümmet kardeşimiz” dedik. O kardeşler bizi hiçbir zaman kardeş değil düşman gördüler, biz kör olduk görmedik. Onlar “Kürdün iyisi ölüsüdür” dediler duymadık ve sağırlaştık. Ayrıca dünyada neler oluyor ne sorduk ve ne de öğrenmek istedik. Koca Afrika kıtasında ilkel zenciler, birinci cihan savaşından sonra günümüze 60’a yakın kendi ulusal devletlerini kurdular, biz yine kör olduk görmedik, sağır olduk duymadık, hep Arap, Fars ve Türk’e köle olarak bugüne geldik. Kısacası biz dünyada olup bitenlerden bihaber kaldık, yapılan tarihsel yanlışlarımızdan ders alamadık. 42 yıl önce bir Çavzur, demagog, palavracının biri çıktı, var gücüyle bağırarak “Birleşik, Bağımsız Sosyalist Kürdistan” dedi, ama biz o Kürdistan’ı da görmedik. Üstelik köydeki kümes evimizden, beş on dönümlük arazimizden, beş, on baş koyun, keçi, inek ve öküzlerimizi de kaybettik. On milyona yakın Kürdün her biri birer kurumuş kenger dalı oldu, korkunç rüzgâr her birini düşman metropollerindeki asimilasyon çarkının önüne atarak eritti, sakız yaptı, onları o duruma sokanlara sattı. Onlarda şimdi o sakızı çiğneyerek “Biz devlet-mevlet istemiyoruz. Devlet istemini kirli çöp sepetine attık. Biz İslâm kardeşiziyiz, Enternasyonalistiz, Demokratik Cumhuriyet ve Ortadoğu Konfederalizmi içinde, Ekolojik bir yaşam biçimini istiyoruz” diyor, milyonlarca Kürd de buna inanıyor, ama Memo Şahin kardeşimiz kalkmış, var gücüyle bağırarak: “Döneme Uygun Yeni Bir Örgütlenmeye ihtiyaç var. Bugünkü Durumu ve Süreci Doğru Okumak Lazım” diyor. Peki kim bu işi yapar Memo Can? Sahiden bu işi yapacak Kuzey parçada Memo’nun istemine göre bir kişi ve kişiler var mı? Bence bu biraz zor. Çünkü Kürdün kafatasının içindeki beyin, İslâm’ın Ümmet kardeşliği, sahtekâr solun Enternasyonalist Yoldaşlığı ile bulanıklaştırılmıştır. Bugün bu zehire “Bal” diyen Politikadaki akıl dağıtan HUDA-PAR, “Şeker” diyen Selahaddin Demirtaş, Kandil’deki kurmaylar, Yeni Özgür Politikanın yazarları var. Dilerim Memo kardeşimin sesini bir Mehdi duyar, Kürdün hewarına bir lider gönderir, Kürdü zalim ve barbar üç ırktan kurtarır, bulanıklaşan beyinleri de temizler.
Sevgili okuyucu kardeşlerim, ana dilimle “Bi a Xwedê” yani “İnşallah” der, müsaadenizle yukarıdaki başlığın hikâyesine gelip onu size anlatırken, merhum Seid Veli amcanın ismini bu yazıda bir daha yad etmek ve siz değerli okuyuculara hatırlatmak istiyorum. Zira onun hayırsız, hain avukat oğlu, benden üç yaş küçük Kâzım Yılmaz, babasının o emsalsiz hazinesini toplayıp bir kitaba dönüştürmedi, o koca Kürd hazinesi Seid Veli amca ile kara toprağa gömüldü, diğer toprağa gömülen yüzbinlerce hazine gibi.
Şimdide müsaadenizle geleyim Seid Veli amcanın anlattığı “Kırktan Sonra Kendini Tanıma Hikâyesine. O bu hikâyeyi bomık Kürd Alevi taliplerine anlatır, hikâyeyi götürüp İslam Peygamberi Mekkeli Muhammed, kasap düşmanları ve ona “Allah” dedikleri Ali’ye bağlıyordu. Neyise hikâyeyi anlatayım. Efendim, bir gün İslâm Peygamberi Muhammed, damadı ve aynı zamanda da amcası oğlu olan pismam Ali’yi yanına çağırarak, ona: “Ya Ali bugünden sonra halk arasına girdiğinde, dikkat et, her kim ki üç yalanı üst üste uydurup söylüyorsa hemen kafasını bedeninden kesip atacak ve öldüreceksin” der, Ali de “Emrin baş üstüne ya İslâm Peygamberi” der, çıkar evine gider. Aradan birkaç gün geçtikten sonra, aslında katır olan Düldül’e binerek Mekke’den çıkarken yolda bir deve kervanına rastlar. Bakar yaşı sekseni aşkın önde kerin (eşek) yularını tutmuş Mekke’ye doğru yola rewan olmuş. Kervan beş on deveden ibaret, hepsi yüklü, develerin arkasında yedi-sekiz boy boy genç delikanlı. Ali kervana yaklaştığında “Selam û eley kum, ya Pir î ihtiyar, nereye gidiyorsun?” sorusuna karşılık ihtiyar: “Eley kume selam ya Ali (onu çatallı kılıcından tanır) Mekke’ye alış-verişe gidiyorum” dediğinde Ali: “Ya Pir î ihtiyar kaç yaşındasın?” diye sorduğunda, ihtiyar: Ya Ali, kırk yaşımdayım, cevabına karşılık Ali: “Ya develer kimin develeri?” yine sorusuna karşılık ihtiyar: “Ya Ali, bir tek devem var bu develer arasında deyice Ali: “Peki bu delikanlılar senin neyin? deyince ihtiyar: “Bir tek oğlum var bunların arasında” deyince Ali, hemen kılıcı Zülfükârı kınından çektiğinde ihtiyar: “Ya Ali, ne yapıyorsun, niyetin beni öldürmek mi? dediğinde Ali: “Kusura bakma ihtiyar, İslâm Peygamberi Muhammed’in bana emri. Her kim ki üç yalanı üst-üste söylediği zaman kafasını uçur, öldür dedi, ki sende utanmadan bana üst üste üç yalan söyledin, bunun içinde kafanı uçurup seni öldürmem lazım” dediğinde ihtiyar: Ya Ali, doğru yaşım sekseni aştı, ama ben kırk yaşımı hayvan gibi geçirdim, çeşitli yanlışlıklar yaptım, kırktan sonra kendime gelip kendimi tanıyıp bir insan î Kâmil olduğum için, o gün, bugün ben her sorana “Kırk yaşımdayım” diyorum deyince Ali: Peki berat. Ya develer kimin develeri? diye sorduğunda ihtiyar: Ya Ali, bunların hepsi dünya malı, yalnız bunların içinde bir tek devemi kurban diye adamışım, belki öbür dünyada bir günahımı o kurbanlık devem karşılar. Bunun için ben “Bir tek devem var” diyorum, deyince, Ali: “Berat” peki bu delikanlılar kim ve kimlerin çocukları deyip sorduğunda ihtiyar: Ya Ali hepsi benim çocuklarım, ama en küçükleri hariç diğerlerin hepsi hayırsız, biz anne ve babaya saygısız, manevi inanca, ahirete, cennet ve cehenneme inançları yok. Yalnız küçük oğlum bunlardan farklı, dinine bağlı, bize son derece saygılı. Kapı komşuya hakeza, kavgadan, şerden uzak, kısacası bir hümanist, insan sever insan. Bunun için ben “Bir tek oğlum var” diyorum ya Ali, deyince ihtiyar; Ali: “Berat ya Pir î ihtiyar, hadi size güle güle, hayırlı pazarlar” der, oradan uzaklaşır.
Sevgili okuyucu kardeşlerim, ben Seid Veli’nin bu hikâyesini size neden anlattım? İşte mesele bu. Bizim Kürd atalarımız, bin yıldan beri durmadan Türk’ün, Arab’ın, Farıs’ın her türlü zulmünü görmelerine rağmen, bunları hep İslâm’ı kardeş, Ümmet kardeşi görmüş, üçünün barbarlığına bir anlam verememiş, hep onlar için kılıç sallamış, yüzbinler ve milyonlarca şehit vermiş. Ayrıca her yıl binlerce Kürd utanmadan, sıkılmadan bir düşman ülkesine gidip, on binlerce para harcamış, düşman mezarını görmek için, görünmeyen, varlığı olmayan Şeytan’a para ile taş satın almış, yapılan bir taş duvarına taş atmış, kumdan sızılan pis suya “Zemzem” deyip, içmiş, zavallı bomiklara da para karşılığı içirmiş ve halen de bu işi her halktan fazlasını yapmaktadır. Bunlardan başka 1988’de çıkan, bin yalanı kısa bir zaman diliminde binlerce kişiye anlatan bir bilinmez kişi, cennet ülkemizi bir viraneye çevirmesine rağmen, hâlâ onu kendilerine kurtarıcı gören milyonlarca beyni yıkanmış kişiler var. Onun emir ve direktiflerinin sonucu koca bir coğrafya tahrip, birlerce yerleşim yerleri, köy, mezire ve gomlar harabe, pag, fare, yılan ve baykuşların yuvaları olmasına rağmen, kör gözler görmez. Hendekleri kendilerine mezar kazanları, onlara kazmayı önerenler, pişkince “Biz düşmanın bu kadar zalim olduğunu bilmezdik” demelerine karşılık, ölenlerin ana, baba ve kardeşlerinden bir çıkış tepkisini 50 milyonluk bir Kürdlük dünyasından o denli ses çıkaracak bir eylem biçimini görmedik, aksine o yanlış, aptalca yapılan eyleme, yine aptalca “Devrim, zafer” diyenlerin alkış seslerini hüzünle duyduk ve duyuyoruz. Kısacası Ortadoğu’nun, başka bir deyişle on binlerce yıllık Mezopotamya coğrafyasında yaşayan, oranın kadim yerli halkı olan biz Kürdler, İslâm dininin çıkışından günümüze kadar geçmiş yanlışlarımızdan ders almadık. Dost kim, düşman kim birbirinden ayıramadık. Son kirli kırk yıllık bir savaşın getirisini, götürüsünü, insanca, yurtsever duygularla bir yerde toplanıp, kendi aramızda tartışamadık. Kardeşçe bir araya gelip el sıkışamadık. Ortak düşmanlara karşı birlik olup balyoz bir yumruk olamadık, ihtiyarın dediği gibi kırktan sonra, bin yıldan sonra kendimizi tanıyıp, düşmanlardan ayrı bir halk, ayrı bir tarihe, ayrı bi dil ve kültüre, ayrı bir tatlı müziğe sahip olduğumuzun bilincine varamadık. Çok yazık, çok yazık. Dilerim geç de olsa, geçmiş bin dört yüz yıldan ve son kırk yanlış yıldan ders alır, dört parçadaki ulusal, yurtsever güçler, seroklar kardeşçe bir araya gelir, geçmiş bin yıllardan ve son bu olumsuz, yıkıcı yanlışlardan ders çıkarır, dost kim, düşman kim bilinci gelişir ve Özgür, Bağımsız, Demokratik bir Kürdistan’ın temeli atılmış olur.
Böylesine bir dilekle, saygılar.