Uzaktan bakıp duramam, kitapsa söz konusu olan.
Varsa elimin altında okunacak bir kitap, sonunu göremezsem dayanamam.
Hele bir de akıcıysa dili ve anlatımı, yazarın.
Kafamda canlanıyorsa anılar, bir film şeridi gibi.
Hızlanır kitabın sayfaları arasındaki yürüyüşüm.
Sona doğru yaklaştıkça kaplar içimi, bir hüzün.
Keşke biraz daha uzayabilse yürüyüşüm duygusu eşlik eder heyecanıma.
Eski yoldaşım ama hiç eskimeyen arkadaşım, dostum Memo Şahin“in yeni çıkan kitabıdır bu duyguları bana yaşatan.
Halbuki uzun süreden beri Türkçe yazma gibi Türkçe okumalarım da bir hayli sınırlıydı.
Hele ki doğrudan siyasi içerikli bir kitap olunca, önüne arkasına bakar, ardından atardım bir köşesine, kitaplığımın.
Ancak söz konusu olan kitap:
EMEK İYİ
YARATANLAR KÖTÜ
olunca heyecanla başladım okumaya.
Okurken, duyduğum heyecan kimi zaman yerini bunaltıcı bir hüzne, kimi zaman ise öfke ve nefrete bıraktı…
Hüzünlendim, çünkü bu kitapla 15-16’lı yaşlarıma gittim.
Yaşıtlarım gençliklerinin keyfini çıkarıp yaşarlarken, post bıyıklı, parkeli, babam yaşlardaki “yoldaşlarımla” mezarlıklarda, boş arazilerde seminerlere katılıyor…
Kitaplardan ezberlenen cümleleri, adeta büyüklerden küçüklere masallar tadında dinliyor…
Bazılarında da bir anlatıcı olarak erken büyümüş olmanın duygusuna kendimi kaptırıyordum.
Kitabın sayfalarını devirdikçe, siyasetle geçen 25 yıllık yaşantımdaki acı, tatlı anılar bir kez daha canlandı kafamda, kimileriyle hüzünlendim, kimileriyle gülüp geçtim…
Bir çeyrek asırlık süreçte şahit olduğum, hatta yaratılışlarında pay sahibi olduğum emeklerin sahiplerine uygun görülen sıfatların “Anılar” denilen ve Memo Şahin’nin deyimiyle “Burkay’ın Özel Müzesi’nde” nasıl sergilendiğini okudukça da öfkelendim, ama kızmadım…
Çünkü bunu yapanın da yine bizim gibi insanoğlu denilen bir yaratık olduğunu, yeri geldiğince bunların kendi türlerine dahi her türlü kötülüğü yapabilecekleri, geçeğine yordum.
Kitaba konu olan Burkay’ın anılarından ilk iki cildini ben de okumuş, daha sonra yayınlanan üç ciltte de neler yazabileceğini az çok tahmin ettiğim için, okuma gereği duymamıştım.
Memo Şahin’in kitabı sayesinde, o ciltlerde de farklı bir şeyin olmadığını, böylelikle tezek büyüklüğündeki ciltleri okuma zahmetine katlanmadan da yazılanları öğrenmiş oldum.
Kitabın sonuna gelince de, bir kez daha kutladım sevgili arkadaşım Memo’yu, gıyabında…
Çünkü o sadece sabırla okumamış 5 ciltlik, 3 bin sayfalık Burkay’ın Özel Müze kayıtlarını.
Bir kuyumcu titizliğiyle çalışmış, aynı zamanda büyük bir sabırla Burkay’ın Özel Müzesi’nde sergilemiş olduğu “en parlak incilerini” olduğu gibi taşımış kitabına, hem de o incilerin sahibine en ufak bir haksızlık yapmadan.
Kendine has anlatımı, akıcı ve yaratıcı yorumlarıyla yansıtmaya çalışmış o incilerin gerçek hikayelerini, yer ve tarih belirterek, yaşayanların şahitliklerine dayanarak.
Kitabın adıyla emeği iyi yaratanları kötü gören anlayışı, Burkay’ın anılarının ilk iki cildini okurken de, garipsemiş, onun adına da üzülmüş ancak o zaman da kızmamıştım.
Çünkü, bu kitapta Memo Şahin’in de ustalıkla ortaya koyduğu gibi Burkay kendi anılarında her ne kadar yoldaşlarını hedef tahtasına koyup emeklerini yok saysa da, aslında farkına varmadan, gerçek portresini çiziyor, üstelik bir bakışta fark edilmeyen yamukluklarını da yansıtarak…
İnsanlardaki kimi meziyetler de bir anda fark edilmezler, bir arada yaşamayınca.
Hele ki söz konusu insanlar siyasi figürler ise, aradaki duvarlar, ulaşılmayan uzun yollar büyütür, besler tek taraflı sevgi ve saygıyı…
Dönüştürür her türlü kötülüğü, herkesçe imrenilen özel bir meziyete… Methiyeler düzülür sıradan bilinen insani bir davranışa bile, umutlar diri, niyetler temiz, kalpler saf ve heyecanla çarpınca…
Kimsenin aklından geçmez, rehber olarak görmüş olduğu şeyhinin her şeyi kendine yontan niyet ve emellerini.
Başka ne ile izah edilebilinir ki, her birimizin onca yetmezlikleri yıllarca hissedemeyişi?
Evet, Memo Şahin’in deyişiyle genç ve saftık, temiz duygularla güçlü ve de ulaşılması zor umutlar besliyorduk, kalplerimizin derinliklerinde.
Kekêmizin üstün yeteneklere, herkeste görülemeyen meziyetlere sahip olduğunu, her şeyden önemlisi, içten hesaplı olamayacağını düşünerek, hayali gölgesinin peşinden yürüyorduk.
1990’lı yılların başıydı.
Azadi Gazetesini çıkarıyorduk.
Bir yazı düşmüştü önümüze, hala da kim olduğunu çıkaramadığım Ali Çağatay isimli birinin imzasıyla…
Burkay’a methiyeler diziyordu…
“Kürt sorunun çözümü için Türkiye’ye bir De Gauelle, Kürtlere de bir Gandi lazım” diye başlıyor.
“Türklerin bir De Gaulle’si yok, ama Kürtlerin bir Gandi’si olmasa da bir Olof Palme’si var” cümlesiyle bitiyordu yazı…
Hele ki arada bir, bazı yazılarıyla ile ilgili bizzat telefon açıp bir iki uyarıda bulunduktan sonra, “yine de takdir sizin, nasıl uygun görüyorsanız öyle yayınlayın” dediğinde Burkay, kendisiyle ilgili yapılmış olan Olof Palme benzetmesi kafamda kalıcı bir yer ediniyor ve ona duyduğum sevgi ve de saygı katlanarak artıyordu.
Yüz yüze ilk karşılaşmamız 1992 yılının yaz sıcağında Kürdistan’ın Güney’inde olmuştu. Örgüt yeni bir sürece adım atıyor ve Burkay, yeni sürecin ruhuna uygun olarak parti sekreterliğinden çekileceğini ve yeni süreçte bir nefer olarak üzerine düşeni yapacağını önerince, kafamdaki Olof Plame yerini Gandi’ye bırakıyordu. Kendi isteği ile liderlik koltuğunu herhangi bir yoldaşına terk etmek, bırakın Kürtlerde, Ortadoğulu hatta bir bütün olarak Asyalı halkların alışık olmadığı bir durumdu.
Tam da iki yıl aradan sonra bu kez Atina’da bir araya gelip, bir haftayı birlikte geçirince, hayal kırıklığına uğramıştım. Burkay’da ne Gandi’den ne de Olof Palme’den bir iz bulabiliyordum.
Ocak 1995’te, Almanya’daki üçüncü karşılaşmamızda kongre delegeleri olarak oturmuş, Burkay’ın açılış konuşmasını dinliyorduk. Konuşmasına, “Bu partiyi ben kurdum, bugüne kadar getirdim, kimseye yedirmem” cümlesiyle başladı ve benzer cümlelerle uzun uzadıya konuştu. Çünkü kongre öncesinden kişilik suikastine uğratmış olmasına rağmen Nazif Kaleli’nin karşısına çıkabileceğinden korkuyor ve kendince ön alıyordu.
Aradaki bir sohbette Nazif Kaleli; “baboş görüyorsun, filan kes muhalifini öldürüyor ama Kemal abi öldürmekten de beter ediyor” demiş ben de “hak ediyorsunuz, yıllardan beri birlikte çalıştığınız Kürtlerin Ecevit’ini bize kimi zaman Gandi kimi zaman da Olof Palme diye yutturmaya çalıştınız…”
Tam da o kongre sonrası kararımı vermiş ve ayrılma niyetimi yakın gördüğüm birkaç arkadaşımla paylaşmıştım.
Onlar ise yabancısı olduğum yurtdışındaki tabanın umudunu ve de yönetimden olan rahatsızlığı gözlemlememi ve ondan sonra karar vermemi önermişlerdi.
Gözlemlerim, o arkadaşlarımın dediklerini doğruluyordu.
Anılarında yazdığı gibi Burkay’ın da beğenmediği yönetimden hoşnut olan yoktu, herkeste bir arayışı vardı. Yenilenme talebi alt komitelerde de yansımasını buluyordu. Bu umutla bir dönem daha devam etme kararı aldım. Ancak alt komitelerdeki bu yenilenmenin sınırının büyük kongreye kadar olduğunu, tek seçicinin de Burkay olduğunu gördüm.
Belki bir işe yarar diye, tüm ülke yöneticilerinin hazır bulunduğu bir konferansta ülkeye dönüş ile ilgili kimi somut öneriler sundum.
Önerilerime en başta Burkay karşı çıkmış, kendisinin, o günkü prenslerinin dönebilme koşullarına sahip olmadıklarını, tabandan isteyen arkadaşların dönebileceklerine de engel olmayacaklarını söylemişti.
Oysa önerim gerçekleşmiş olsaydı, ben direkt olarak cezaevine, benimle birlikte dönenlerin bir kısmı belki de herhangi bir soruşturmaya dahi uğramayabilirlerdi.
Söz konusu önerimde, parti sekreter olması nedeniyle Burkay’ı kapsamıyor, o dışarıda tutuluyordu. Örgütü dışarıdan yönetmek isteyenlerin ülkeye gitmeleri, gitmek istemeyenlerin de yetkilerini ülkedekilere ya da ülkeye döneceklere devretmeleri yönündeydi.
Önerilerime verilecek cevabi tahmin etmekle birlikte, dışarıdan herhangi bir risk almadan, salt ekonomik kaynakları yeri geldiğince ambargoya dönüştürebilmelerinden dolayı, yurtiçindeki kadrolar üzerinde belirleyici rol oynayanların niyet ve mücadeledeki samimiyetlerini de kendimce ölçmekti.
Oysa ölçülecek bir şey de, o saatten sonra örgütte kalmamı gerektirecek bir neden de kalmamıştı.
Yaşadığım bazı olaylardan bahsetmeye neden gerek gördüm?
Sevgili Memo Şahin’ın sabırla sarf etmiş olduğu emeğe, az da olsa bir katkı olsun diye…
Burkay’ın Özel Müzesi’ndeki “incilerin” hikayesini konu edinen bu kitabın daha fazla okunmasına bir katkı olsun diye…
Yine anılarla ilgili bir anımla yazıyı sonlandırmak istiyorum.
Anıların ilk iki cildi çıkmış, bir araya gelebildiğimiz kimi arkadaşlarla yazılanları değerlendiriyor, çoğu zaman da dalgamızı geçiriyorduk.
Bir gün rahmetli İhsan Aksoy ile bir grup arkadaş oturmuş, nostaljik sohbetlere dalmıştık. O arada üçüncü cildin hazırlıklarının yapılmış olduğunu duymuş ve İhsan Aksoy’a, “Abi haberin var mı, Kemal abi üçüncü cildin tümünü sana ayırmış, çıkınca tepkin ne olur, ne yaparsın?” sorusunu sorunca, İhsan Aksoy, “Tek kelime ile yalan söylüyor diyeceğim” demişti.
Ve nihayetinde kendisiyle ilgili yazılanlara o da kısa bir yazıyla yanıt vermişti.
Memo Şahin’in bu çalışması ise çok değerlidir, çünkü derli toplu olması itibariyle hem suçlamalara hem de bugüne kadar o suçlamalara yönelik farklı kişilerin verdikleri cevapları da içinde barındırıyor.
En önemlisi Memo Şahin, salt kendisiyle ilgili bir itirazda bulunmuyor, kolektif bir çalışmayla ilgili emekleri hiçe sayılan, haksızlığa uğrayanların adına da doğruları ortaya koyuyor.
Bu nedenle, „EMEK İYİ YARATANLAR KÖTÜ“ adlı çalışması önemli ve de değerlidir.
Beş ciltlik anıları okuyanlar kadar, o ciltlerde ne yazıldığını merak edenler de, bu kitabı bulup okumalı…
Ki emeği yaratanların iyiliği de, o emeği sömürenlerin kötülüğü de görülüp, anlaşılsın…
05.05.2022