
Son günlerde devşirme Türkler, sınır savaşlarını tartışıyor. “Biz Lozan’ı deldirmeyiz” diyorlar. Türkiye’nin mevcut kara sınırlarının hiçbirinin, Lozan antlaşmasıyla alakası yoktur. Yunanistan ve Bulgaristan sınırı, 1913’de İstanbul antlaşmasıyla, Rus sınırı, 1921’de Kars antlaşmasıyla, İran sınırı, 1639’da Kasrı şirin antlaşmasıyla, Irak ve Suriye sınırı da 1926’da Ankara antlaşması ile belirlendi. Mevcut hiçbir sınırın Lozan’la bir alakası yoktur.
İtilaf devletleri; Bir dizi toplantıdan sonra, Lozan’da toplanp bir antlaşma metni hazırladılar. Mustafa İsmet’i (İnönü) çağırdılar, kendisine ‘şurayı imzala’ dediler, o da Paşalar adına belgenin altını imzaladı. Bu antlaşma Paşaların mevcut Mavi sınırlarını belirliyor. Paşaların burnunun dibindeki Meis adası dahil, bütün adalar İtalya’ya bırakıldı. İtalya da daha sonra Yunanistan’a bırakıp, gitti. Lozan Antlaşması’na göre, Çanakkale ve İstanbul boğazları, uluslararası kara sularından sayılıyor. Albay Mustafa İsmet, yoksa belgeyi okumadan mı imzaladı? Okusaydı da zaten mecburen imzalayacaktı. Lozan belgesinin altında Rusya’nın adı var ama hala imzalamadı. ABD görüşmelere bile katılmadı. 1926 yılında ABD Kongresi toplandı ve ‘Lozan antlaşmasını tanımıyoruz’ diye karar aldı. Görüldüğü gibi Lozan Antlaşması’nın delinecek bir yanı yok, zaten delik, deşik.
1960’larda İnönü-Gürsel Cuntası’nın başlattığı FETÖ hareketi ile Türkiye Müslüman Arap dünyasına, yeniden Osman Abi olma rolünü oynamaya soyundu. Rusya’ya karşı anti komünist bir öz taşıdığı için başta batı dünyasından da destek gördü. Yoldaş İmparatorluğu’nun dağılmasıyla, batı dünyası bu tür çalışmaları çöpe attı. Fakat batının karşı çıkmasına rağmen, Türkiye, organize ettiği FETÖ hareketi ile Osman Abi olma rolünü sürdürdü, hala da inatla sürdürmeye devam ediyor.
Soğuk savaş bitti ama Türkiye hala kendisini Batı blokunun vazgeçilmez unsuru olarak görüyor. En büyük yanılgı da işte burada. Tek başına kalmış Türkiye, sırtını Rusya’ya yasladığında, eski dostları ‘aman dostum biz ettik, sen etme gel ne diyorsan öyle olsun’ diyeceklerini sanıyor ama yanılıyor. O geçmişte kaldı. Zaten Rusya’nın da tek başına kalmış Türkiye’den hiçbir çıkarı yok ki, sırtına yastık olsun. Rusya’nın vazgeçilmezi, Arap Birliği ve AB’dir.
Her ne kadar Türkiye mustarip olduğu hastalığını gizlemeye çalışsa da Türkiye’nin asıl ve de çaresiz derdi Kürtler ve Kürt Sorunu. Bin bir oyunla bu derdini gizleyerek, kendince çare bulmaya çalışıyor ama nafile. Önce mülteci göndermekle AB ülkelerini tehdit etti. Bir ara 800 bin mülteciyi Yunanistan üzerinden AB’ye gönderdi. Bunları AB paylaştı, en büyük pay da Almanya’ya düştü. Bu yılın başında tekrar denedi, kapılarını açarak 200 bin kadar mülteciyi sınırdan geçirdi, Yunanistan kapıları kapayınca hepsi yeniden Türkiye’ye geri döndü. AB Parlamentosu kararıyla Yunanistan sınırı koruma altına alınınca, Türkiye’nin mülteci tehdidi tutmadı.
Cenevre Mülteci Sözleşmesi’nin bazı açıklarından da yararlanarak, AB’yi mülteci göndermekle tehdit etmeye başladı ve Türkiye’yi mülteci ile doldurdu. 4 Milyonu Suriyeli olmak üzere, Türkiye’de 5 Milyondan fazla mülteci yaşıyor. Şimdilik 2 Milyon kadar mülteci de Suriye-Türkiye sınırında bekliyor. AB’ye karşı oynamak istediği mülteci oyunu, kendi başına bela oldu.
Mülteci oyunu tutmayınca, başka bir oyun denemek üzere, Libya’ya çıkarma yaptı. Libya ile “Münhasır Ekonomik Bölge anlaşması” yaparak, mavi vatan sınırlarını belirledi. Bu oyun da dünyada bir ilktir. Yunanistan’ın da bunu yapacağını biliyordu, amacı Yunanistan’la çelişip, AB ile yeniden haşır, neşir olmaktı. Hiç kimse Türkiye’nin Yunanistan’la savaşacağını beklemesin. Yunanistan AB’nin bir eyaletidir, yalnız değil. Türkiye de AB ile savaşmayacağına göre, oyun var ama savaş yok.
Daha önce, Suriye’de devrede olan Fransa, hemen Libya’da da devreye girdi. Arap Birliği devrede, Mısır Libya sınırına 40 bin asker yığdı, hedefleri mevcut Serraç yönetimini devirip, yerine Halife Hafter’i getirmek. Serraç ya devrilecek ya da kendisi bırakıp kaçacak. Böylece Libya sorununu da çözmüş olacaklar. Türkiye-Libya antlaşması da yok sayılacak. Bu şimdilik Türkiye’nin yaslandığı, Rusya’nın da işine gelir. Türkiye de tüfeğini, süngüsünü omuzuna alır evine döner.
Türk bilim insanlarının tespitlerine göre, Doğu Akdeniz’in dibi Gaz doluymuş. Türkiye de Mavi Vatan sınırlarını belirleyerek, gazdan payını almak istiyormuş. Eğer gerçekten doğu Akdeniz’in dibi gaz doluysa, 4000 metre derinlikte, sondaja başlamadan önce, Türkiye’nin öncelikle yapması gereken, Filistinli Mahmud Abbas ile bir anlaşma yaparak, Gazze sahillerine sırayla sondaj kulelerini dikip dünya aleme ders vermek olmalıydı. Böylece hem zorda olan Filistinli Müslüman kardeşlerine ekonomik destek olur, hem de Türkiye kendi elleriyle, gazını temin etmiş olurdu. Bunları yapmak, diğer işlerini yapmaya engel değil, savaş ve tehdit naralarını atmaya devam etsin.
Türkiye yalnızlaştıkça çırpınıyor, çırpındıkça yalnızlaşıyor. Avrupa’yı temsilen Doğu Akdeniz’de yerini alan Fransa ile sorun yaşıyor. “Fransa’nın Suriye’de ne işi var” diyor. Bilindiği gibi Paşalar Lozan’da Suriye’yi Fransa’ya verdiler, unuttunuz mu? Misak-ı Milliye göre, Lazkiye’nin hemen kuzeyinde başlayan, Halep’in 40 km güneyinden geçip, petrol sahalarının güneyinden Dicle’ye kavuşan, kısaca Batı Kürdistan, Misak-ı Milli sınırları içerisinde kaldığı için, Osmanlı sınırlarına dahildi, Paşalar 1926’daki Ankara antlaşmasıyla, burayı da Fransızlara verdiler. Fransa kendi başına hareket etmiyor, bulunduğu yerlerde, AB’yi temsil ediyor.
Türkiye’nin, Fransa ile çelişkisi Kürtler. Fransa’nın liselerde Kürt tarihini ders olarak okutulmasını kabul edince, Kemalistlerin uykuları kaçtı. Asıl mesele, Fransa kendisine ait topraklarda, 1938 yılında Antakya’yı, 1943 yılında Lübnan’ı devlet olarak kurdu. Şimdide Kürdistan’ın devlet olmasını istiyor ve Kürtlere vefa borcunu ödemeye çalışıyor. Kemalistler kızmasın da kim kızsın?
Rusya; Türkiye’nin gül yüzü hatırı için, AB ile savaşmayı asla istemez. Türkiye’nin AB ile savaşacak takati yoktur. Savaş sadece tankla, tüfekle ve roketle yapılmıyor. Sanayi devrimi, ulusal sınırları pekiştirdi ama ekonomik sınırları da ortadan kaldırdı. Türkiye yıllık ihracatının %45’ini AB ülkelerine yapıyor. Buna karşılık, AB ülkeleri yıllık ihracatının sadece %1,7’sini Türkiye’ye yapıyorlar. Türkiye yıllık ihracatının %45’ine karşı asla savaşamaz. Ayrıca Türkiye bütün azameti ile AB’ye karşı savaşırken, savaşamayan yaşlı Avrupalılar Antalya sahillerinde tatil yapmaya gelmezler.
Erdoğan diyor ki, “Bileğimizi bükemediler, ekonomiye sarılmışlar”. Nerede bilek güreşi tuttular bilmiyoruz ama Türkiye’nin en büyük korkusu, ekonomik savaş olduğunu biliyoruz. AB ile savaşırken, AB ile ticari ilişkilerin aynen devam edeceğini düşünmek, biraz saflık olur. Zaten Korona Virüs bir yıldır savaş ilan etmiş, bütün dünya savaşın içerisinde. Türk Lirası, Euro’ya karşı savaşı kayıp etmiş, arkasına bakmadan yokuş aşağı kaçıyor. Eğer lira savaşı kayıp etmiş ise, Türkiye de 454 Milyar dolar borcu ile, çoktan savaşı kayıp etmiş demektir.
Gelelim Türkiye’nin kronikleşmiş hastalığı, Kürdistan sorununa. Anadolu topraklarında 35 Milyon kadar Kürt yaşıyor. Yüz yıldır Kürt varlığını inkâr ederken, gözünü kırpmadan inkâr ve imha programını uyguladı. İngiltere ve Rusya’nın da sınırsız desteği ile ihtiyacı olan dış desteği de sağladı. Türkiye inkârı bıraktı ama imha politikası devam ediyor.
Paşaların hazırladığı imha planının sınırlarını ve amacını, 1925 tarihli Şark Islahat Planı açıkça gösteriyor. Plan nerelerin ve nasıl imha edileceğini belirliyor. Kürtleri nasıl imha edeceklerini, Şark Islahat Planı’nda açıkça yazılı. 1960 İnönü-Gürsel Cuntası döneminde, Milli Birlik Komitesi binlerce Kürt ileri gelenini Sivas’ta hazırladığı, Nazi Kampı benzeri, özel kampta toplayarak, ıslah projesinin her zaman gündemde olduğunu gösteriyor. 12 Eylül Cuntası da gösterdi ki ıslah projesi, kesintisiz devam ediyor.
BM belgelerine göre; “Bir devlet her türlü yöntemi kullanarak, bir azınlığı yok etmeye çalışıyorsa, bu bir soykırımdır”. İşte bu noktadan hareketle bütün dünya, Kürtlerin mazlum olduğunu gördü ve Kürtlerin yanında yerini aldı. Bu gidişatı hiç kimse durduramaz, herkes buna göre gardını alsın. Türkiye’yi yönetenler de bunu çok açık ve net olarak görüyorlar.
Türkiye; Kıbrıs’ta yaşayan yüz bin Türk için ne istiyorsa, kendi Kürt vatandaşları için aynısını eksiksiz olarak hak görmeli.
Türkiye; Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar için ne istiyorsa, aynısını eksiksiz kendi 20 Milyon
Alevi ve 20 Milyon Şafii vatandaşı ve diğer inanç azınlıklar için de hak görmeli.
Eylül 2020
İbrahim Aksoy