Osmanlı Paşaları 1923 tarihinde, Osmanlıya karşı kazan kaldırıp, Padişahlığa ve hilafete son vererek, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular. Bilindiği gibi Osmanlı Paşaları devşirme Hristiyan çocuklarından oluşuyordu. Cumhuriyetin kurucuları arasında bir tek Türkmen kökenli yoktu.
Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra, yapılan nüfus sayımında 13 Milyon nüfusun % 56,5’i Müslüman, geri kalan % 43,5’i Müslüman olmayanlardan oluşuyordu. Kaz dağlarındaki Kızılbaş Tahtacılar, Toroslardaki Kızılbaş Yörükler ve Orta Anadolu’da yaşayan Kızılbaş Türkmenlerin dışında, Anadolu’da Türkmen de yoktu. Zaten bu insanları ne Osmanlılar ve ne de Cumhuriyetçiler, hiçbir zaman dikkate almadılar.
Cumhuriyetin kurucusu Asakir-i Mansure-i Muhammediye Ordusu Paşalarının hedefi Türk ve Müslüman-Hanefi bir vatandaşlar topluluğu yaratmaktı. Bu nedenle işleri hiç de kolay değildi. Nüfusun büyük bir kesimi Kürdlerden oluşuyordu, bunların da önemli bir kesimi Müslümandı. Fakat Müslüman Kürdlerin tamamı da Şafi-i mezhebindendi. Geri kalan Kürdler Ezidi ve Kızılbaşlardan oluşuyordu. Bu nedenle Kürdler, Paşaların birinci derecede hedefi oldular.
Paşalar hiç vakit geçirmeden işe koyuldular. Önce onlarca rapor hazırlandı. Bu raporlara dayanılarak, Şark Islahat Planı hazırlandı ve Kürdlerin inançlarına göre de alanları belirlendi. Hukukçusu ve Temyiz hakkı olmayan İstiklal Mahkemeleri oluşturuldu. Öncelikle Kızılbaş ve Ezidi Kürdler Müslümanlaşmalı ve Şafi-i Kürdlar de Hanefileşmeliydi. Hepsinin birlikte Türkleşmesi gerekiyordu. Böylece Kürdler üç parçaya bölündü, Ezidiler, Kızılbaşlar ve Şafi-i Kürdler. Bunlar öncelikle, birbirlerine karşı güvensizleştirildi ve düşmanlaştırıldılar.
Piran Hareketi; 1925 tarihinde Şeyh Said’in şahsında Müslüman Kürdler hedef seçildi. Ölenler gitti, kalanlar İstiklal mahkemelerinde yargılanarak, idam edildi. Hamidiye Alayları döneminde, toprak bağışladıkları Aşiret reisleri de ‘toprak reformu yapar, verdiğim toprakları dağıtırım’ tehditleriyle korkutulup sindirildiler. Günümüzde ne bir Şafi-i Camisi var, ne de Şafi-i bir din adamı var.
Ağrı hareketi; 1926 yılında başlayarak, Ağrı merkezli Şehy Celalettin’in torunları Ezidi Kürdler hedefe alındı. Acımasızca katliamlar köy yakma ve yıkmalar devam etti. Ezidi Kürdler de buna karşı direndiler. Rus lider Stalin, Atatürk güçlerine yardımcı olmak üzere, 500 kişiden oluşan bir Kazak süvari alayını yardıma gönderdi. Sonunda 1929’da Ezidi Kürdler de yenildi, sağ kalanlar da Müslüman olmayı kabul edip ve canlarını kurtardılar. Böylece Paşalar Ezidi Kürdlerden de kurtulmuş oldular. Bugün, Ağrı, Erzurum, Kars ve Van yöresinde, Ezidi bir Kürde rastlamak mümkün değil.
Dersim Hareketi; 1936’da Atatürk Trabzon’u ziyareti sırasında, geceyi parkın içerisindeki köşkte geçirdi ve o köşk günümüzde müze olarak kullanılmaktadır. O gece Atatürk’ün kendi eliyle çizdiği Dersimi kuşatma haritası, hala müzenin duvarında asılıdır. 1937 yılında Dersim’de Kızılbaşlara karşı katliam başladı. 1938’de Seyit Rıza ve arkadaşları idam edildi, ölenler gitti, sağ kalanlar da sürgüne gönderildi ve bir daha Dersime dönmeleri yasaklandı. 1939 yılında ikinci dünya savaşı başladı, bu nedenle sırasını bekleyen Kızılbaşlar, katliamdan kurtuldu.
Paşalar Cumhuriyeti 1950 yıllarına kadar, saldırılarına uluslararası meşruiyet kazandırmak için Kürdleri gerici ve şeriatçı olmakla suçlayarak saldırdı. Halbuki Kürdlerin yarısı Ezidi ve Kızılbaştı, Müslüman bile değildi.
1990’lara kadar solcu olmakla suçlayıp saldırdı ve batının desteğini almaya çalıştı. 1990’lardan sonra da Terörist olmakla suçlayıp saldırılarına devam ediyor.
19 600 Faili Devlet (Meçhul) cinayet, 4200 Kürd köyünün TSK tarafından yakılıp, yıkılması ve milyonlarca Kürdün bir meçhule göçü, 3000 kadar Şafi-i Camisinin TSK tarafından yıkılması. 2015’te başta Cizre ve Sur olmak üzere onlarca Kürd şehrinin TSK tarafından bombalanması, binlerce ölü ve yüzbinlerce Kürdün muhacir duruma düşmesi, bunların hepsi bölücü ve terörist olmakla suçlandı.
Atatürkçülerin bu akıl almaz projelerini ve çalışmalarını kenara bırakıp, sorumlu olarak, sadece yöneticilerin yanlış yönetimi olarak görmek, sorunu çok hafife almak anlamına gelir. Elbette ki yöneticiler de görevi verenler kadar sorumludur. Çünkü onlarda bilerek bu yanlışı yapıyor ve insanlık dışı uygulamalara alet oluyorlar. 1925 yılından beri hangi yönetici diğerinden farklı davrandı? Hepsinin de yaptığı inkar, imha, baskı ve zulüm.
2015 yılında devlet Kürdistan’daki bazı şehirlerde memurlarına izin verdi, onlara ‘sakın buralarda bulunmayın’ dedi. Arkasında bu şehirlerde önce sokağa çıkma yasağı ilan etti ve arkasında güvenlik güçleri saldırıya geçti. Dünyada hiçbir devlet teröriste böyle saldırmaz. Bu plan direkt Kürde saldırıdır. Önce güvenlik güçleri bölgeyi kuşatır. Memurlarını oradan çıkardığı gibi, vatandaşlarının da belirli bir sürede bölgeyi terk etmelerini ister ve o süre sonunda teröriste saldırır.
Peki Atatürk’ün Piran, Zilan ve Dersim saldırısı ile Erdoğan’ın Sur, Silopi, Nusaybin ve Cizre’ye saldırısı arasında ne fark var?
Özal döneminde binlerce Kürd köyü yerle bir oldu ve milyonlar bulunduğu yeri terk etti.
Çiller döneminde, 1994 yılında Şırnak’ın Koçağıllı ve Kuşkonar köylerini iki savaş uçağı bombaladı, 38 ölü ve yüzlerce yaralı, hala uçakların kime ait olduğu tespit edilemedi.
Acaba bunun diğerlerinden farkı var mı? Bunlar yaşanan binlerce olaydan, sadece bir kaç örnek.
Demek ki sorun kötü yönetici sorunu değil, sorun sistem sorunudur. Kötü sistemin yöneticisi de kötü olur. Elbette ki burada sisteme yardımcı olan Kürdler de oldu. Mesela 4200 Kürd köyünün yakılmasında, PKK köyleri yıkılan insanların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne müracaat etmelerine engel oldu.
HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş Diyarbakırlıdır. Sur’da yapılan barikatlar, kazılan tüneller ve bu hazırlıklar, bir günde olmadı. Eş Başkan Selahattin Demirtaş da Başbakan Erdoğan da bu hazırlıklardan haberdardı. Kimsenin mazlum rolünü oynamasına gerek yoktur. Mazlum ve mağdur olan Kürd Milletinin kendisidir. Eş Başkan Selahattin Demirtaş da bu insanların AİHM’sine gitmelerine engel oldu.
Kapatma okumuşlar, sistemin içerisinde kendilerine gayet güzel bir yer edinmişler, değişimde kenara savrulacaklarını bildikleri için öncelikle onlar değişime karşı çıkıyorlar. Kürd sorunu söz konusu olduğu zaman, sanki bu insanlar Türkiyeli değil de uzaydan gelmişler. Biri „Atatürk olsaydı böyle yapardı“, diğeri „Erdoğan gayet iyi yapıyor“ afaki konuşmalar. Kürd ya da Kürdistan kelimelerini duyduklarında da çılgına dönerler. Bunların dibini aydınlatmayan mumdan farkları yoktur. Bırak toplumu, bu bakarkörler önlerini bile aydınlatamazlar.
Yöneticiler kapatma okumuşların yardımı ile insanları oyalayıp duruyorlar. Mesela; 2013 tarihinde 53 kişinin ölümü ile sonuçlanan Reyhanlı katliamının faili Yusuf Nazik olduğu tespit ediliyor. 12 Eylül günü, MİT Suriye’nin Lazkiye şehrinde yakalıyor, çuvala koyup Türkiye’ye kaçırıp getiriyor. Demek ki Türkiye isterse yapar.
Zamanında aynı yöntemle CIA’da APO’yu kaçırdı, götürdü, bir süre sonra getirdi Türkiye’ye teslim etti. Zamanında Türkiye isteseydi, APO’yu da Yusuf Nazik gibi çuvala koyar, kaçırıp getirebilirdi. Am yapmadı. Niye yapmadı? Onu da yöneticiler bilir.
Erdoğan, Atatürk’ün izinden en iyi şekilde yürüyen yöneticilerin başında gelir. Her konuşmasının arkasında Atatürk’ün „Tek Millet”, “Tek Bayrak“, „Tek Vatan“ „Tek Devlet“ sözlerini, nakarat gibi tekrarlayıp duruyor. Buna bir de „Yerli ve Milli“ yi kendisi ekledi.
Eğer Atatürk sağ olsaydı, “Aferin oğlum Erdoğan, benim bıraktığım emanete en iyi sen sahip çıkıyorsun” derdi. Çünkü Erdoğan kaldığı yerden, uygulamalara eksiksiz bir şekilde devam ediyor.
Eylül 2018