Bu sözler Erdoğan’a ait. Kamuoyu ve İslam-i Ulema bunu tartışmaya başladı. Başta Devlet’in Din İşleri Genel Müdürü Ali Erbaş olmak üzere, büyük çoğunluğunun aynı görüşte olduğunu söylemek mümkün. Efendiler, İslam-ı günün koşullarına uygun hale getirmek gerek diyorlar. Diğer taraftan da İslam’da reformun olamayacağını söylüyorlar.
Ben daha önce de yazmıştım. Romalılardan kalan Hristiyanlık, Avrupa’da çok tartışıldı, hatta savaşlar oldu, milyonlarca insan yaşamını yitirdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Roma Hristiyanlığı reforme edildi, Avrupa da Kilisenin baskısından kurtuldu. Kilisenin siyasetten uzaklaştırılmasıyla, Avrupa huzura kavuştu, Kilise de özgürleşti. Günümüzde uygulamalarıyla, dünyaya örnek oluşturuyorlar.
Marksizm gibi, havayı dinler de birer ideolojidir. Her din kendi sosyal toplumunu yaratmak için, kendi kurallarını uygular. Uluslaşma süreci ile birlikte, ulus yöneticileri dinleri kendi ulusal çıkarlarına aracı olarak kullanmaya başladılar. Dinlerin oluşturduğu sosyal toplum, sanayinin ve teknolojinin oluşturduğu sosyal toplum ile büyük bir çelişki içerisindedir. Ulusal zihniyet, teknoloji ve sanayi sosyal toplumunun ürünüdür ve sınırlar mutlaktır. Sınırları olmayan din sosyal toplumu ile büyük bir çelişki içerisindedir. Bu çelişkileri Avrupa daha önce yaşadı ama İslam daha yeni yaşamaya başladı ve çözüm arayışında.
İslam’ın inmiş kutsal kitabı Kuran eleştirilmez, değiştirilmez uygulanır. Milli sınırlar içerisindeki uygulamalara baktığımızda, Kuran ile alakası yoktur. Mesela Erdoğan, eşinin başına bir mendil bağlayıp, koluna takıp dünyayı dolaşabiliyor. Bunun Kuran ile ne alakası var? Erdoğan Din İşleri Genel Müdür Yardımcılığı’na Prof. Dr. Huriye Martı hanımefendiyi atayabiliyor. Bu İslam’da reform değil de nedir? Acaba bunun İslam’a uygun olduğunu söyleyebilecek, bir Müslüman var mı?
Bay Ali Erbaş “Alevilerin de Sünnilerin de ibadethanesi Camidir” diyor. Acaba bir Alevi Dedesi bir cuma akşamı eline sazını ve yanına cemaatini alsa, diyanetin kampüsündeki camide saz çalsa, cem yapsa ve semah dönseler, Bay Ali Erbaş buna müsaade eder mi?
Görüldüğü gibi, Devletin Din İşleri Genel Müdürü Bay Ali Erbaş saçmalıyor. Maaşını anayasal bütçeden alan, devlet memuru Bay Ali Erbaş, bu saçma fetvalarını gitsin emrinde görev yaptığı siyasi amirlerine versin.
Bir ara İzzettin Doğan ile Fetullah Gülen’in Cami – Cem evi projesi vardı. Hatta Ankara’da temel atma töreninde devlet büyükleri de hazır bulundu. Daha sonra gelen tepkiler üzerine devlet bu projeden vaz geçti. Bunlar da gösteriyor ki, İslam-i uygulamalarda Atatürkçü devlet sorunlar yaşıyor ve değişime ihtiyacı var.
İran Humeyni İslam’ını, Sudi Arabistan Faysal İslam’ını ve Türkiye de Atatürk İslam’ını uyguluyor. Bunlar diğer küçük Müslüman ülkeleri de etkilemeye çalışıyorlar. Her üç ülke de ulusal zihniyetlerini kendi insanlarına İslam diye dayatmaya çalışıyor. Elimizi vicdanımıza koyalım, bu üç ülkedeki uygulamaların hangisi İslam-i uygulamalar? Önce buna karar versinler. Görüldüğü gibi her üç ülkede de reform sloganları atılmaya başlandı. Çünkü özellikle bu üç ülkede İslam tartışılmaya başlandı.
Türkiye’de; İslam’da yapılan ilk reform, 1924 yılında Paşaların halifeliği kaldırılıp yerine, Diyanet işleri Başkanlığı’nın kurulması ile başladı. İslam’da böyle bir kurumun yeri yoktur. Bu kurum sayesinde Atatürkçüler din adamlarını devlet memuru yaparak, dini alanı zapturapt altına aldılar. Devletin belirlediği gibi ve istediği kadar Müslüman olabilirsin. İslam’ın aslını uygulamak isteyen İslami kesim, devletin takibine uğradı.
İkinci reformu, 27 Mayıs Darbecileri yaptı. Tarikatlar aracılığı ile İslam’ı dağıtmaya ve istedikleri şekle sokmaya çalıştılar. Bu tarikatların en önemlisi, Kasım Gülek’in kurduğu ve başına da genç Fetullah Gülen’i getirdiği, “Nurcular” Tarikatıdır. Diğer bütün tarikatlar buna bağlı olarak, çalışmalarını yürüttüler. Halbuki İslam’da Tarikat ve bireylerin kutsanmasının yeri yoktur.
Şule hanım adında bir MİT ajanı vasıtası ile türbanı İslam-i örtünmeye dönüştürdüler. Bu örtünmenin de İslam ile alakası yoktur. Ramazan Bayramı’nın adını, Şeker Bayramı’na dönüştürdüler. Hacı Bayramı’nı, Kurban Bayramı’na dönüştürdüler. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Atatürkçülerin tek amacı topluma kendi İslam’ını dayatmaktı ve başardılar.
Üçüncü reform girişimleri de günümüzde başladı. Din İşleri Genel Müdürü Ali Erbaş’ın başkanlığında yapılan, müftüler toplantısında, “İslam’da bazı uygulamaların, günün koşullarına uygun hale getirmenin bir sakıncası yoktur” açıklamasını yaptılar.
Bu efendilerin fetva verme yetkisi yoktur. Fetva vermek, bir nevi “Allah adına imza atmaktır”. Fetva dünyadaki bütün Müslümanları ilgilendiren bir açıklamadır. Halbuki bu efendilerin yaptığı açıklama sadece “yerli ve milli Müslümanları” ilgilendiriyor. İslam’da milli haramdır.
İslam’da insan hakları diye bir kavram yoktur. Sadece Fıkıh-i düzenlemelere dayalı İslam hakları vardır. Fıkıh Müslüman olmayanlar için geçerli değildir. Zaten Müslüman olmayanın da İslam toplumu içerisinde yaşama şansı yoktur.
Son günlerde Türkiye’de İslam-i ulema kadın haklarından dem vuruyorlar. Bir erkeğe dört kadını nikahlayan din adamının, kadın haklarından dem vurmaya hakkı yoktur.
Günümüzde teknoloji ve sanayi toplumu, insanlığı harmanladı. Her kesimde insanları bir arada yaşamaya mecbur etti. İşte bu mecburiyet, İslam’ı milli zihniyetlerine alet edenleri de reforma mecbur ediyor. İslam’da reform olmaz ama kim ne derse desin, yapılacak değişiklikler fıkıh-i de olsa, bal gibi reformdur. Günümüzde, kol kesilmez, kadın toprağa gömülüp taşlanmaz, erkekler kırbaçlanmaz, kadınlar eve mahkûm edilemez vs. bu nedenlerden dolayı da reform gerekiyor.
İslam’ı tartışılmaktan kurtarmak için. Osmanlı Paşalarının 1924 tarihinde kaldırdıkları İslam-i Hilafet yeniden ve acilen oluşmalıdır. Hilafet fetvaları bütün İslam dünyası için geçerli olacak, uyan ve uymayanlar da böylece belli olacak. İslam mili zihniyetlerin baskısından kurtulacak. Konu ile ilgili, gerçek her Müslümanın da talebi budur.
Gönüllü olma koşulu ile bir Cami vergisi oluşturulmalıdır. Bu vergiler diyanette toplanmalı ve din işleri giderleri bu vergilerden karşılanmalı. Böylece din adamları devlet memuru olmaktan kurtulmuş, gerçek din adamı olmuş olacaklar. Böylece din alanı siyasetin baskısından kurtulmuş, özgürlüğüne kavuşmuş olacak.
Devlet memurlarının verdiği fetvalar geçerli değildir. Ortalığı karıştırmaktan başka hiçbir işe yaramıyor. Aynı konuda Suudiler başka, Farslar başka ve Türk memurlar başka fetvalar veriyorlar. İşte bu değişik fetvalar da ortalığı karıştırıyor. Bu üç ülkedeki farklı İslam-i uygulamalar da farklı fetvalardan kaynaklanıyor. Acaba neredeki uygulama İslam-a uygundur?
İslam’ın siyasetin baskısında kurtulması için, Cami vergisi ve hilafetin yeniden oluşması şart.
İnsanlar; Ali Erbaş ve ulemasından, Kuran’da olmayan namaz için de bir fetva bekliyorlar.
Mart 2018
İbrahim Aksoy