
Türkiye’de her şeyin başı olan Recep Tayyip Erdoğan, üç gün önce İnsan Hakları Eylem Planı’nı açıkladı.
Tabi Erdoğan konuşunca, bırakın televizyon yayınlarını, tüm akarsular bile durur.
Salı günü de öyle oldu.
Tüm televizyon ekranlarında Erdoğan konuşuyor, hatta kulakları iyi duymayan vatandaşlar için, konuşması alt yazılı olarak da yansıtabiliyordu, televizyonların ekranlarına.
Önündeki promterden; „Özgür birey, güçlü toplum, daha demokratik bir Türkiye vizyonuyla hazırladığımız bu plan…” diye metni okumasına devam edince Erdoğan, bir an kulaklarıma inanamadım.
Konuşan Erdoğan…
Ancak ağızından çıkan sözler, adeta HDP’in seçim bildirgesinde yer alabilecek bir Türkiye tanımlaması…
Teknik bir ariza sonucu, başkasına ait bir konuşmanın Erdoğan’ın görüntüsü eşliğinde ekranlara yansımış olabileceğini düşündüm.
Ancak daha dikkatle kulak verince, görüntünün de, sesin de Erdoğan’a ait olduğuna inanabildim.
Kulağa hoş gelen hak, hukuk, özgürlük ve demokrasi gibi kavramlar…
Hele İnsan Hakları Eylem Planı’nın 11 maddesi olarak duyurduğu maddelerden ilk olanı yok mu, insani adeta büyülüyordu.
“İnsan, doğuştan sahip olduğu vazgeçilmez haklarıyla yaşar. Devletin temel amaç ve görevi, bu hakları korumak ve geliştirmektir.”
Kim doğuştan sahip olduğu vazgeçilmez haklarıyla, güçlü bir toplumun özgür bir bireyi olarak, demokratik bir Türkiye’de yaşamak istemez ki…
Düşünün, Kürt bir ailede dünyaya gelmişsiniz, güçlü bir Kürt toplumunun özgür bir bireyi olarak doğuştan gelen tüm haklara sahipsiniz…
Anadilinizle eğitim alıyor…
Ulusal kimliğinizle, dini inancınızla özgürce yaşıyor, düşüncelerinizi özgürce ifade diyorsunuz.
Üstelik devletin koruması altında olan bu haklarınızın sınırlarını daha fazla genişletme olanağına da sahipsiniz…
Allah’tan, pardon Erdoğan’dan daha ne istersiniz…
Son maddeye kadar ben de tam bu duyguyu yaşarken, bu maddelerin nasıl uygulanacağı konusunda, Erdoğan’ın yaptığı açıklamanın bir yerinde, elime batan kalemin ucuyla ancak bu hakların bizim için olmadığının farkına varabildim.
Açıklamanın bir yerinde Erdoğan şöyle diyordu:
“Medeniyet müktesebatımız bize adaletin yerini bulmasının çok hassas bir dengeye bağlı olduğunu anlatıyor.“
Bakın neymiş o denge?
Mesela diyor; „Bir çiçeğe az su vermek onu kuruturken, fazla su vermek de soldurur‘ gerçeği adaletin kuyumcu titizliğiyle uygulanmasını gerektiriyor…“
Ardından final olarak da; „Ayrıca öyle her gördüğün çiçeğe de su vermeyeceğiz. Susuzluktan boynu bükülen bir çiçeğe su vermek adaleti yerine getirmek olurken, dikene su vermek zulüm anlamına gelir…“
Tam da burada Erdoğan’ın çiçek ve dikenden neyi ve kimleri kastettiği üzerine düşüncelere dalıyorum.
Et ile tırnak ilişkisi aklim takılıyor.
Hani, “et ile tırnak gibiyiz“ misali…
Tırnak ne zaman ki yerinde rahat durmayıp, eti rahatsız ermeye başlayınca, kesilip çöpe atılıyor ya, Erdoğan da çiçeğin gelişip serpilmesi için su verirken, eline batmasın diye dikenini de budayacaktır.
Yani anlayacağınız Erdoğan’ın İnsan Hakları Eylem Planıyla Türkler etten çiçeğe, Kürtler de tırnaktan dikene terfi etmiş oldular.
Dolayısıyla Türkiye günün birinde Cennete de dönüşse, Kürtlerin payına düşen uzayan tırnak gibi kesilmek ya da tehlike arz eden diken gibi budanmak olur…
05.03.2021