Geçen hafta sonu Türk televizyonlarının ekranlarına bir fotoğraf karesi düştü. Aynı kare, bir sonraki günün gazete manşetlerinde de yer aldı.
Fotoğraf karesinde, önde 17-18 yaşlarında olduğu her halinden belli olan bir genç, 5-10 adım arkasında da bir eline aldığı küçük bir beyaz poşetle her iki elini başının üzerinde birleştiren, giyim ve duruşundan bir ev kadını olduğu her halinden belli olan yaşlıca bir kadın. Büyük ihtimalle anne ve oğuldan oluşan bu iki kişi, korkak ve ürkek adımlarla kendilerine seslenen askerlere doğru yol alıyorlar.
İşte bu kare, televizyon ekranlarına son dakika gelişmesi olarak, „Nusaybin’de iki terörist güvenlik güçlerine teslim oldu“ şeklinde yansıdı. Ve bu haber, aynı şekilde bir sonraki gün çıkan tüm gazetelerin manşetlerini süsledi.
Çoğu kişinin gözünden kaçan, ya da son dönemlerin alışık görüntülerinden biri olarak algılandığı için es geçilen bu kare, aslında Türk Devleti’nin Kürtlere bakışının tarihsel bir özetidir.
Özetidir, çünkü bu devlet Kürtleri hep potansiyel birer terörist olarak gördü ve resmi kayıtlarında da onları bu „ünvanlarıyla“ işledi.
Kimi zaman Kürtleri farklı isimler altında tanımladıysa da, aslında devletin Kürtlere yönelik bu algısı hiç bir zaman değişmedi, bu algı hep aynı kaldı.
Bir bütün olarak Kürtlerin birer potansiyel terörist oldukları kimi yaman devletin gizli arşivlerindeki kayıtlara yazılmalarıyla yetinildi, kimi zaman da bu günkü gibi aleni bir şekilde yüzlerine söylendi.
Zaman zaman, ortak vatanın asli unsurları, ortak devletin eşit vatandaşları, ümettin ortak evladları, din kardeşleri, ortak yolun yoldaşları olarak anılmış olmaları da hep bir yalan ve oyalamadan ibaretti.
Farklı dönemlerde kullanılan, birbirinden farklı olan bu sıfatların kullanılmış olamasının tek nedeni ise, Atatürk’ten Erdoğan’a devleti yönetenlerin bireysel ve ya grupsal olarak farklı görüşlere sahip olmalarının bir sonucuydu.
Gerçek algı aynı kalmakla birlikte, devleti yönetenler Kürtleri salt oyalamak, sisteme entegre etmek, özlerinden kopartıp her seferinde Türkleştirmek için, kendi dönemlerinin ruhuna uygun kavramlar icad ederek, değişmeyen bu algıyı gizli ve ya aleni olarak hep sürdürdüler.
Osmanlı’nın küllerinden bir devlet inşa etmenin hesabını yapanlar, kuracakları yeni devletin inşası için Kürtlere ihtiyaçları vardı. Bu ihtiyacı karşılamak için bir „Ortak Vatan“ hikayesini uydurdular ve Kürtleri bu hikayeye ortak ettiler.
Devletin kuruluş aşamasında Kürtler, uydurulan bu hikayenin bir gereği olarak devletin asli unsurlarından biri olarak kurucu meclise de alındılar.
Ancak bu hikaye fazla uzun sürmedi. Ne zaman ki Kürtler, ortaklık sözleşmesinin bu tanıma göre yapılmasını istediler, işte o zaman kurucu mecliste temsilci sıfatıyla yeralanlar da dahil olmak üzere, bir gecede „Şakî“ ilan edildiler.
Cumhuriyet’in ilanından 1938’e kadar olan süreçte, bu sıfatlarına uygun olarak, toplu katliamlara maruz kaldılar, idam edildiler, cezaevlerine atıldılar, sürgün edildiler.
1950’li yılların başlarında çok partili sisteme geçişle birlikte, Kürtlere duyulan ihtiyaç bir kez daha hasıl olunca, devletin kurucu partisi olan CHP’nin bağrından çıkan DP, devlette karşı mesafeli duran Kürtleri bu kez yeniden sisteme entegre etmek için, Kürt ileri gelenlerine kapılarını açtı, onları „Ortak Ümettin Çocukları“ olarak tarif edip meclise taşıdı.
Ancak bu durum da pek uzun sürmedi.
DP’nin kurucu Genel başkanı ve devletin 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 1959 yılında hazırlatığı bir rapor ile bu kez, daha önce partisine davet ettiği, milletvekili ve senatör olarak meclise taşıdığı Kürtler de dahil olmak üzere, Kürtlerin tüm kanaat önderlerini bölücü-kürtçü ilan edip, onların sürgün ve tehcire tabi tutulmalarını sağladı.
Atmış ve yetmişli yıllarda, bu kez devletin sivil kanadı tarafından enternasyonalizm kavramı devreye sokuldu. Ortak kader ve ortak kurtuluş hikayeleri yazılıp çizildi.
Bu hikayeye bağlı kalmakla birlikte, ne zaman ki Kürtler kendilerine tali bir yol bulma arayışına girdiler, Kürtlere ortak kurtuluş hikayeleri anlatan devletin sivil kanadı da, tıpkı atalarının yaptıkları gibi bir çırpıda tutum değiştirdi. Ortak kurtuluş hikayelerinin yerini, Kürtlerin bölücü ve ayrılıkçılığını ispatlamaya çalışan siyasi teoriler aldı.
Seksen ve doksanlı yıllarda devletin Kürtlere yönelik zulmü tavan yaptı.
Bu baski ve zulüm, karşılıklı bir kopuşu beraberinde getirdi.
Bu kopuşu engellemek için son olarak, AKP’nin „Din Kardeşliği“ söylemi devreye girdi.
Bu söyleme ugun her ne kadar önemli ve ya önemsiz, küçük ya da büyük adımlar atıldıysa da, bu söylemin gereği tam anlamıyla yerine getirilmedi.
Ancak her zaman olduğu gibi Kürtler, „Din Kardeşliği“’nin mucitleri tarafından da, büyük kardeşe itaat etmesi gereken, onun emir ve buyruklarına göre hareket etmek zorunda olan küçük kardeş olarak görüldüler.
Bu nedenle gelinen aşamada yeniden başa dönüldü, değişmeyen algı tedavüle girdi.
Böylelikle bir kez daha fabrika ayarlarına geri dönen Devlet, Kürtleri „Potansiyel Terörist“ olarak kayıtlara geçirdi.
20.04.2016
firataras@navkurd.net