Bir yaz günüydü. Yabancısı olduğum bir ortamda, kalabalık bir insan grubuyla gelirken karşılaştım kendisiyle.
Yaşamla ölüm arasında gidip gelen, son nefesini vermekte zorlanan bir hasta görünümündeydi.
Saçları kirden biribirine yapışmış. Üstü başı dağınık; kir ve pastan elbiselerinin rengi bile belli olmayan pejmurde bir adam…
Açlık ve susuzluk kendisinde mecal bırakmamış, kendini zorlukla ayakta tutuyordu. Gözleri çukurlaşmış, burnu tüm haşmetiyle öne çıkmış, deri ve kemikten ibaret bir iskelet gibiydi…
İlk tanışmamız biraz sorunlu oldu, tıpkı başkaları gibi kısa bir süre sonra ben de ona aliştım.
Çünkü O, her karşılaştığı kişiyle kendisini farklı farklı isimlerle tanıtıyor ve yeni ismine uygun hikayeler uyduruyordu.
Bulunduğumuz ortamdaki herkes bu söylediklerini şaka sanıyor ve bu nedenle kimse onun anlattıgı farklı isim ve hikayelerine itiraz etmiyordu.
Tanıdıktan sonra, onun kendisini farklı isimlerle tanımlaması, adeta aramızda karşılıklı oynan bir oyuna dönüştü. Çünkü daha ilk karşılaşmamızda, görünüşünden, tavır ve davranışlarından oynadığımız bu oyunun ilk ipuçlarını vermişti…
Bir grup insanla kapıdan ilk adımını içeri attığında, yanındakilerden farklı, etrafına kuşkuyla bakan ve bir tanıdık yüz arama telaşıyla sağı solu kolaçan eden ilginç davranışları, orada bulunan herkes gibi benim de dikkatimi çekmişti.
Birlikte gelenlere benzemeyişi, o ortamda bulunan herkesle rahat diyalog kurma özelliği, onu, geldiği gruptaki insanlardan farklı kılıyordu. Nihayet kısa bir aradan sonra gelenlerle bir alakası olmadığı anlaşıldı.
Kendisiyle ortak bir bağ bulduğu insanlarla yakınlaşmaya, ama temkinli bir biçimde, oturup kalkmaya başladı. Günlerce süren sessizliği kadar, uzun sohbetleriyle de etrafındakilerin dikkatini çekiyordu.
Yaşamın ona yüklediği ağır ve taşınması zor bir yükün altında kaldığı gözlerinden okunuyor, çektiği acı ve izdırapların tüm izleri konuşmalarında, seçtiği kelimelerde bir bir ortaya dökülüyordu.
Kimi zaman uzun uzadıya devam eden sohbetlerinde, kendisinden beklenmeyen bir derinlikle konuları ele alıyor, ama çoğu zaman ise, coğrafyası gibi parcalanmış bir ruh halini sergiliyordu. Belki de bunu gizlemek için çoğu kez susmayı, etrafındakileri dinlemeyi, konuşmaya tercih ediyordu…
Kimi zaman kendisini Dimitrov, kimi zaman Che Guwera, ama hüzünlü zamanlarinda ise Kürdistan’da çoban Ali olarak adlandırıyordu. Dimitrov ve Guwera olmadığı kesindi, Ali olup olmadığı ise kuşkuluydu.
Halkının içerisinde bulunduğu parçalanmışlığının nedenlerini uzun uzadıya tahlil etme gereğini duymadan, bu dağınıklığı geçmişte atılan üç beş sloganla izah ediyordu. Sohbetlerinde geçmişiyle hesaplaştığı kadar, yeni bir arayış içerisinde olduğunu da gizliyemiyordu.
Tıpkı yetim kalan çocuklar gibi, geçmişte kardeş gördüğü halktan beklediği ilgiyi görememesi, yeni bir kardeş halkı ikame etme arayışını, farklı bir coğrafyada da olsa hala sürdürüyordu.
Tükenmiş enerjisinin yolaçtığı nedenlerle kurtuluşunu, yine birilerinin kurtuluşuna bağlama psikozuyla hareket ediyor, bu isteğine cevap verebilecek sağlam bir dayanağı bir türlü bulamıyor, bu da onu giderek daha da yalnızlaştırıyordu.
O yüzden herkese, herşeye kuşkuyla bakar, yeni acılar yaşamaması için adeta herşeyi kendince test etmeye çalışıyordu.
Her gün, her saat ve her saniye birileri tarafından gözetlendiğine dair inancının nedeni de buydu…
Sadece insanlara kuşkuyla bakmıyor, içinde bulunduğu ortam ve mekanlara da şüpheyle yaklaşıyordu. Bu nedenle bulunduğu ortamı kolaçan etmeden, kapı ve pencerelerini incelemeden, ağzından tek kelime çıkmıyordu.
Herşeye karşı olan kuşku ve tedirginliği, hastalık safhasına varmıştı.
Birilerinin onu her an zehirleyeceğinden duyduğu korku nedeniyle, yeme ve içmeden kesilmiş, açlık ve susuzluktan bir deri ve kemikten ibaret kalmış olan vucudu, yürüyen bir iskelet görünümündeydi.
Ama geçmişi, yaşadıkları, acı ve ızdırapları, mırıldadığımız bir türkünün melodisiyle ortaya dökülüyor ve kendini ele veren gözyaşları onu tekrar köklerine kavuşturuyordu…
27 Mayıs 2006