Uzun süreden beri İstanbul’da tedavi gören Menzil Şeyhi Abdulbaki Erol ölmüş.
Şeyh’in cenazesi için Adıyaman’ın Kahta ilçesinde bir tören düzenlenmiş.
Törene Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz başta olmak üzere, devlet ve hükümet yetkilileri, AKP ve diğer şağ partilerin yöneticileri katılmış
Sadece bunlar mı?
Türkiye’nin dört tarafından akıp gelen müritleri, törenin yapılacağı köye giriş yaparlarken kilometrelerce araç kuyruğu oluşmuş…
Sabah Gazeteduvar’a göz gezdirirken, Şeyh’in cenaze töreninde çekilmiş olan kısa bir video, adeta beni izle dercesine, gözüme çarptı.
Toplam 8 dakikadan oluşan kısa bir video…
Türkiye’nin farklı illerinden gelen, yaşlı, genç, ziyaretçilere mikrofon uzatılmış.
Birbirinden habersiz ve farklı noktalarda bulunan müritlerin Şeyhleriyle ilgili duygularını dile getirirlerken, ortak cümleleri: Babamızı kaybettik…
Kullandıkları bu ortak cümlenin devamında yine birbirine yakın kavramlarla methiyler diziyorlar…
„O bizim manevi babamızdı…“
„O bizim mürşidimizdi…“
„O bizim önderimiz, yol göstericimizdi…“
Hele içlerinden bir genç…
Yüzü pırıl pırıl…
Beyninin yansıması olarak söyledikleri ise, yüzündeki pırıltıyla adeta ters orantılı…
Üzüntülü ve sakin bir şekilde diyor ki; „Kendimi yetim hissediyorum. İki yıl önce babamı kaybettim. Babamın ölümüne bu kadar üzülmemiştim…“
Yaşlı başka biri…
Uzun bir yolculuktan sonra ulaşmış, Şeyhi’ni son yolculuğuna uğurlayacağı köye…
Telaşlı ve de üzüntülü.
O da ortak cümle olan, „babamızı kaybettik” diyerek konuşmasına başlıyor.
Devamla, „O bizim manevi babamızdı. Kırk yıldan beridir, her yıl buraya geliyorum. Burası bizim terbiye ocağımız, burada kendimizi buluyor, imanımızı tazeleyip kuvvetlendiriyor, yani bir nevi şarj oluyorduk…” diyor.
Videoyu izlerken, üzüldüm…
Tabii ki Şeyh’in ölümüne değil.
Üzüntüm, Şeyh’in ölümüne üzülen müritlerle “insan olma“ paydasında buluşmuş olmamdan dolayı…
Çünkü dinin, tarikatın, şeyh ve mürit ilişkisinin ne olduğunu ya da nasıl olması gerektiğini az da olsa biliyorum.
Şeyhlerini öbür dünyaya göndermek için o köye giden yüzbinlerle, gidemeyen ama evinde ağıt yakan, ağlayan milyonlarca müridin ruh halleri ile sergiledikleri davranışları hiç bir dini kuralla açıklanamaz…
Aynı şey Şeyh’in müride yaklaşımı için de geçerli.
Başka bir şey olmalı…
Bu insanları kutsal ve mübarek diye, şeyhlerinin tükürüğünü yalamaya iten…
Terli atlet ya da külotlarını alıp koklamak için birbirleriyle yarışmaya sevk eden…
Akıl tutulması dersen, bu belki şeyh-mürit ilişkisi için bir noktaya kadar açıklayıcı olabilir. Ancak aynı düzeyde olmasa da benzer şeylere, din karşıtlığının egemen olduğu ortamlarda da rastlamak mümkün.
Doksanlı yıların başlarıydı…
Stalin’nin heykelleri kendi ülkesinde de yerle bir ediliyordu.
Sol ve sosyalizmin sorunlarının tartışıldığı ciddi bir ortam da biri Stalin’i eleştiriyor…
Karşısında oturan başka biri de ona; „Ne olur babama küfret, ama yanımda Stalin Yoldaş’ı eleştirme…” diye uyarıda bulunuyordu.
O nedenle diyorum ki, dün Şeyhi’nin cenaze töreninde, „babamın ölümü bana bu kadar zor gelmemişti“ diyen mürit ile „ne olur babama küfret, ama yanımda Stalin Yoldaş’ı eleştirme…” diyen aydını (!) ortak noktada buluşturan ve bizim bilmediğimiz bir gizem olmalı…
Bu aydınlatılmadığı sürece, ne şeyh-mürit ilişkisi ne de lider-militan sevgisinin bu gizem ve derinliğinin nedeni anlaşılabilir…
14.07.2023
firataras@navkurd.net