17 Mart sabahı, „Andımız“ denilen ırkçı ve kafatasçı Türk Andının okullarda okutulması, Danıştay kararıyla iptal edildi.
Aynı günün öğlen saatlerinde, HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliği düşürüldü…
Akşama doğru ise, HDP’nin kapatılması için Yargıtay Başsavcısı tarafından hazırlanan iddianame Anayasa Mahkemesi’ne verilerek, dava açıldı.
20 Mart gece yarısı, daha 4 ay önce MB başkanlığına getirilen Naci Ağbal görevden alındı.
Aynı gün, İstanbul Sözleşmesi adıyla bilinen ve 2011 yılında İstanbul’da imzaya açılan, Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin „Avrupa Konseyi Sözleşmesi“, Erdoğan tarafından bir kararnameyle iptal edildi.
21 Mart sabahı, „sivil direniş hakkımı kullanıyorum“ diyerek Meclis’i terk etmeme kararı alan Gergerlioğlu, meclisi basan polisler tarafından gözaltına alındı.
Yine aynı gün Taksim Gezi Parkı’nın mülkiyeti, Erdoğan’ın bir kararnamesiyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden alınarak Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı’na devredildi…
Birbiriyle bağlantılı oldukları kadar, birbirinden farklı sonuçları doğuran bu gelişmelerle ilgili Türkiye kaynamaya başladı.
İktidar ve muhalefet cenahında konumlanan partilerden kimin hangi olayda kiminle ortaklaştığı ise, adeta bir bulmacaya dönüştü.
Andımız konusunda AKP, DEVA, Gelecek, Saadet Partileri açıktan, HDP ise, sessiz kalarak aynı paralelde ortaklaşırlarken, CHP, MHP, İYİ Parti karşı blokta konumlandılar.
HDP ve Gergerlioğlu olayında, AKP, MHP, İYİ Parti aynı cephede, CHP, DEVA, Gelecek ve Saadet Partileri utangaç bir tutumla onların karşılarında yer alırlarken, HDP her iki cephe tarafından da yalnız bırakıldı.
Diğer olaylar için de benzer bir durum söz konusu.
Gerek iktidar ve gerekse muhalefet de yer alan partiler, mensubu oldukları devletin çıkarı neyi gerektiriyorsa, ona göre konumlanıyor ve tutum belirliyorlar.
Mesele, HDP ile iş birliği yapmadan mevcut iktidarı asla deviremeyeceklerini bildikleri halde, yeri geldiğinde bırakın HDP ile iş birliğine gitmeyi, aynı karede bile yer almayacaklarını dünya aleme ilan ediyorlar.
Buna rağmen, HDP hala muhalefet partilerinin bu tutumundan habersizmişcesine, demokrasi bloku kurma önerisinde bulunmaktan dem vuruyor, HDP oy veren milyonlarca Kürt de yapılmayacak bu duaya peşinen âmin diyor.
Bunca yaşanmışlıktan ve acı tecrübeden hareketle, Kürtlerin artık bir gerçeği kabullenmeleri gerekiyor.
Bu devlet, Kürtlerin devleti değil.
Kürtler bu devlete sahip çıksalar da, bu sahiplenme Türkler tarafından kabul görmüyor.
Devletin demokratikleştirilmesi de hakeza Kürtlerin açılarına çare olamıyor.
Çünkü sağcısı da, milliyetçisi de, demokratı ve solcusu da hiç bir şart altında sahip olduğu hakları Kürtlerle paylaşmaya yanaşmıyor.
Bırakalım muhalefet ve iktidarı, HDP içerisinde yer alıp ta Kürtlerin oylarıyla ancak kendi parlamentolarına girebilen Türkler bile, HDP Kürtlerin Türkiyelileşmesini, bunun sonucu olarak Türkleşmesini savunduğu sürece, Kürtlerle kol kola girebiliyorlar.
Kürtlerin oylarıyla milletvekili olan Ahmet Şık ile Kars Belediye başkanı olan Ayhan Bilge’nin HDP’nin şu anki pozisyonuna bile karşı takındıkları tutum, bu gerçeği gözler önüne seriyor.
Kürtlerin bu devletle dolayısıyla bu devletin sahibi olan halkla geldiği yer bir kavşak noktasıdır. Bu noktada yolun ayrıldığı iki güzergahtan birini seçmek zorundadır.
Ya bu devleti kuranların tanımladıkları gibi Kürtler hizmetçi olmayı kabul edip, kaderlerine razı olacaklar…
Ya da bu devletin yıkıma uğraması için çaba harcayıp, bu çabanın bir an önce gerçekleşmesi için dua edecekler…
Örnek mi?
Irak ve Suriye…
Her iki devlet de yıkıma uğramamış olsaydı, Irak’ta Kürtler hala mağara köşelerinde yaşama devem edecek…
Suriye’de ise hala kimliksiz insan sürüleri muamelesi göreceklerdi.
Türkiye’deki Kürtlerin de asgari düzeydeki haklarına sahip olabilmeleri, Türkiye’nin de aynı yıkımı yaşamasıyla ancak mümkündür.
Hiç kuşkusuz Türkiye’nin yıkıma uğramasının Kürtlere de bir maliyeti olacaktır.
Ancak bunun, en az maliyetli ve en kazançlı yol olacağı, mevcut örnekleriyle ispatlıdır.
24.03.2021