Işığın görülemediği yerde, herkes karanlığın kuytularında kendine sığınacağı bir liman arar.
Hele ki, sırtını dayayabileceği bir duvar bulmuşsa, en azından arkasından yiyebileceği bir tekmeden kurtulmuş olmanın sevinciyle, kendi haline şükreder.
Çaresizliğini doğa üstü mutlak bir güç tarafından alnına yazılmış olan kaderine bağlar, onunla avunur.
Günün birinde aydınlığa kavuşabilmenin hayallerini kurar, yaşama dair inancını korumaya çalışır.
Bir işaret bekler, suskun ve sabırla…
Türkiye’de yaşayan halkların ruh hali bundan farklı değil.
AKP’nin 18 yıl önce bir ışık huzmesi gibi başlayan iktidarı, özellikle son 10 yılında her gün giderek azalmaya başladı ve gelinen aşamada tümden yok oldu.
Oluşan karanlıkta, yeni bir ışık huzmesinin yansıyabilme ihtimalini bile umut edilmediği için herkes sırtını dayayabileceği bir duvar arıyor.
Bulabilenler kaderlerine şükrediyor, bulamayanlar çaresizliklerine ağıt yakıyorlar.
Çünkü 18 yılın sonunda ekonomi çökmüş…
Geçim sıkıntısı, işsizlik had safhaya ulaşmış…
Hırsızlık, yolsuzluk geçer akçe olmuş…
Yalan, İslamiyet’in altıncı şartı haline gelmiş…
Düşünce özgürlüğü ve insan hakları diyanet işleri başkanın talimatıyla hazırlanan cuma hutbesinin sınırlarına hapsedilmiş…
Basının özgürlüğü Erdoğan’a yapılacak övgüyle sınırlandırılmış…
Türkiye, Kürtler için kapalı, Türkler içinse adeta açık bir hapishaneye dönüşmüş…
Buna rağmen, Erdoğan’a ve AKP’ye olan ilgi devam ediyor.
Yapılan anketlerde, bu ilgide kimi zaman kısmi bir azalma görünse de, alternatif olarak muhalefet partilerine doğru bir yönelim göstermiyor.
Çünkü her şeye rağmen, gündemin iyisini de kötüsünü de Erdoğan belirliyor.
Alternatif olması gereken muhalefet partileri ise, Erdoğan’ın belirlediği gündemin peşine takılarak, ancak onun belirlediği sınırlar dahilinde görüntü verebiliyorlar.
Dolayışıyla görünürlükleri, kendi hanelerine eksi olarak yansırken, Erdoğan’ın hanesine artı olarak kaydediliyor.
Bu nedenle, iktidara muhalif olup ta bugün hala bazı mecralarda düşüncelerini açıklama ve yazma fırsatına sahip olan aydın ve yazarlar, şöyle bir öneride bulunuyorlar.
„Eğer muhalefet partileri Erdoğan’ın seçim yoluyla gitmesini istiyorlarsa, konuşmak yerine susmayı tercih etmeliler. Çünkü onlar konuştukça Erdoğan kazanıyor…“
Ne acı bir durum, değil mi?
Alternatif olarak görülebilen aktörlerin, kendi söylemleriyle alternatifsizliğe dönüşebilmeleri…
Bu, sadece Türkiye ve Türklere özgü bir durum mu?
Kuşkusuz hayır.
Bu durumun oluşmasında, tarihsel, dinsel ve kültürel gibi birçok etken rol oynuyor.
Ancak bu nedenler içerisinde, „her halk kendi alternatifini kendisi yaratır” fetişizminin yer almadığı da bir gerçek.
Çünkü dünyada hiçbir halk, kendi içinden bir alternatif yaratabilme bilinç ve birikime sahip değil.
Ancak kendisine sunulmuş olan alternatifler içerisinden birini seçebilme durumundadır, ki o da onu en iyi tanıyan birileri tarafından sunulmuşsa…
Başka bir deyişle, nabza göre şerbet!..
Türkiye’de bu nabzı en iyi ölçen Erdoğan, onun sunduğu şerbet acı da olsa, Türkler tarafından iştahla içiliyor.
Aynı şey Kürtler için de geçerli…
Özellikle Kuzey Kürdistan, kan revan içinde.
Kürt halkı her geçen gün tarihinden, kültüründen, ulusal kimliğinden biraz daha uzaklaşıyor.
Kendini mevcut siyasi hegemonyaya muhalif gören aydın, siyasetçi ya da kanaat önderi gören herkes konuşuyor…
Ancak her konuştuklarında, eksiler onlara artılar da eleştirdiklerinin hanelerine yazılıyor…
Çünkü onlar da, Türkiye’deki muhalefet liderleri gibi halkı tanımıyor, halkın nabzına göre şerbet verebilmeyi bir türlü beceremiyorlar…
05.12.2020