Türkiye Cumhuriyeti’nin ilan edildiği gün.
Peki tüm Türkiye’de kutlanan bu bayram, kimin bayramı?
Bu soruyu siz de benim gibi, hiç kendinize sordunuz mu?
Ya da ortalama bir Türk gibi, bugünü bayram olarak kutlama gibi bir heyecana kapıldınız mı?
Yapılan kutlamalarda kendinize ait bir yan, ya da yapılan söylemlerde sizi de kapsayan bir söz buldunuz mu?
Bugün hala, „Kürd’üm“ diyebilenler, bu soruları kendilerine sorma ihtiyacı duymasalar da, sorulması halinde, verebilecekleri cevapları, eminim benimkinden farklı olmayacak.
Hiç kuşkusuz her birinin ta çocukluk dönemlerinden beri oluşagelen bir hikayesi de vardır.
Örneğin daha ilk okuldayken, devletin bize görünen yüzü olarak gördüğümüz öğretmenlerin talimatıyla, 29 Ekim’de iyi bir şeye sahip olmuş olmanın sevinciyle güler, 10 Kasım’da en değerli şeyimizi kaybetmiş olmanın duygusuyla ağlardık.
Uğruna sevinip güldüğümüz şeyin de, ağladığımız şeyin de ne olduğunu bilmiyorduk.
Çünkü hayatımıza dokunan, yaşadığımız topraklara ait şeyler değildi.
Devletin bize yansıyan yüzü sevinmemiz gerektiğini söylediğinde sevinip gülerdik, üzülmemiz gerektiğini söylediğinde de üzülüp ağlardık.
Sevincimiz de, ağlamamız da duygudan uzak, duygusuz bir gösteriden ibaret idi.
Ortaokul yıllarım başlamıştı.
Arkadaşlarıma göre boyum uzundu…
Her 29 Ekim sabahında karın ağrısıyla okulun yolunu tutuyordum.
Kendime ait görmediğim devletin simgesi olan bayrağı taşıma zorunda kalacağımı, düşünerek.
Niye ben, sorusuna vereceğim net bir cevabım da yoktu.
Kimi zaman öğretmenlerin söyledikleri gibi, boyumun uzunluğuna veriyor…
Kimi zaman da onların bilinçli bir şekilde bu işi bana yaptırdıklarını düşünüyordum.
Her Türk arkadaşımın gururla taşıyacağı o bayrağı, ben ise gururlanmadan, hatta suçluluk duygusuyla taşımak zorunda kalıyordum…
Bana gurur vermeyen, beni rahatsız eden bayrak taşıma zorunluluğunu iki şeye bağlıyordum.
Biri boyumun uzunluğuna…
Bir diğeri de, kendime ait hissetmediğim bir bayrağımın olmayışına…
Bu nedenle, Türk arkadaşlarımın şen şakrak sevinçle karşıladıkları günleri, ben hüzünle, onların yas tutup ağladıkları günleri de sevinçle karşılıyordum, içimden…
Ortaokul, lise, çocukluk ve gençlik yılları geride kaldı.
Onlarla birlikte bayrak tasıma zorunluluğu ve de sahte duygularla da olsa, arkadaşlarımın sevinç ve hüzünlerine ortak olma durumu da son buldu.
Bugün geldiğim yaş ve bulunduğum ortamlarda öylesi bir zorunlulukla karşılaşmıyor ve sahte duygularla bir ortaklaşmaya başvurmak zorunda da kalmıyorum.
Üstelik çoğu zaman gerçek duygularımı yansıtabilme, onları çoklu argümanlarla gerekçelendirebilme ve de dile getirebilme cesaretine de sahibim.
Bu nedenle bana kırılan, bir türlü anlamak istemeyen kimi Türk arkadaşlarımın beni dışlamaları pahasına.
Buna rağmen, bugün yine hüzünlendim…
Suçluluk duygusuna kapıldım…
Çocukluk ve gençlik yılarımda yaşamış olduğumdan farklı olarak.
Çünkü bugün de bayram…
29 Ekim cumhuriyet bayramı.
Türk arkadaşlarım, komşularım, hatta kendini Türkiyeli görebilen kimi Kürtler bile sevinçle kutlarken.
Ben hüzünleniyor, hatta bir suçluluk duygusuyla kıvranıyorum.
Hüznüm, boyumun uzunluğuna değil…
Benim devletim diyebileceğim…
Kuruluşunu sevinçle kutlayabileceğim bir bayramın olmayışına…
O duygudan yoksun oluşuma…
Devletsizliğime…
29.10.2020