
Uzun bir dönem, çok uzun bir dönem/neredeyse dört yıldır, elim klavyede dolaşıp iki satır yazıyı bir araya getirmede zorlandım. Nedenlerine girersem bu satırları sonlandıramam korkusuyla nedenlerden uzak durarak, bugün nasıl bir ihtiyaç hasıl oldu ve klavye başındayım, orayla başlayayım.
Öncelikle sabaha hüzünlü uyandım. Gece karışık rüyalar mı görmüştüm, bütün hayatımın karışıklığı mı sabah sabah ruh halimi belirlemişti, uzun süreli pandeminin getirdiği bilinmezlik ve kaygılardan mı muzdariptim yoksa tüm bunların hepsi birden mi çökmüştü geceden sabaha ruhuma… uzun uzun düşündüm, karışıktım ve bi sonuca varamadım…
Sonra sıkkın biçimde telefondaki mesajlara, sosyal medya paylaşımlarına baktım. Ne çok birbirinin anneler gününü kutlayan mesaj vardı… O anda bu hüzünlü, boşvermiş, sıkkın ruh halimin en temel kaynağının farkına vardım: bilincinde olmadığım ya da bilincimde kovduğum annesiz ilk anneler gününe gireceğime dair bilgi gece boyu “alkarısı” gibi üzerime çökmüş, zaten yorgun düşmüş ruhumu iyice örselemiş, yarı felçli hale getirmişti.
* *** ***
Aslında özel günlerle duygusal bi bağım yok. Bunun en temel nedeni ideolojik; kapitalist uygarlığın ayakta kalmasını sağlayan en temel öğelerden birinin (elbette savaş yıkımlarıyla birlikte) tüketim alışkanlıkları olduğunu bildiğimden ve özel günlerin bu tüketim kültürünü yaymak için düzenlenmiş kurgular olduğuna inandığımdan bu günlerden mümkün olduğunca kaçınırım. Buna rağmen anneler gününde pek hediye almamış da olsam en azından bir telefonla anamı arardım. Benim için anlamının olmamasını dert etmez onun için anlamı üzerinden arardım. Çünkü o aranılıp sorulmaktan, böyle günlerde anılmaktan hep tatlı bi hoşnutluk duyardı…
Onüç yaşındayken komşu köyden bir delikanlı tarafından rızası olmadan tehditle kaçırılmış, onaltısında anne olmuş, dokuz çocuk doğurmuş ve yedisini hayatta tutmayı ve iyi insanlar olarak topluma katmayı becermiş, kocasının (babamın) sıklıkla gurbete gidip inşaatlarda çalıştığı upuzun zamanlar boyunca köyde hem erkek hem kadın için tanımlanmış bütün işlerle uğraşmış, kente yerleştikten sonra gecekondularda yaşayıp,(eşinin/babamın izin vermemesine rağmen, çoğu kez gizlice ve bazen dayak yeme pahasına) gah birilerinin evini temizlemeye giden gündelikçi, gah huzurevi gibi yerlerde yemek pişirici, bulaşıkçı olarak çalışmış, toplumsal muhalefet alanında kendine yer bulmuş, hiçbir çocuğu kaybedilmediği halde zaman zaman cumartesi anneleri içinde olmuş, emek mücadelesinde kesilen yollarda bedenini barikat etmiş, Kürt olmadığı halde Kürt mücadelesine sempatiyle bakmış ve bir çok yerde Kürtlerin temel hakları konusunda sesi yettiğince ses çıkarmış, birçok Kürt dostumu sevgiyle konuk etmiş, en güzel yerel yemekleri onlar için hazırlamış, en güzel döşeklerde onları yatırmış, Taybet ananın cansız bedeninin sokakta kaldığı günler boyunca her gün ah çekmiş, barış akademisyeni olarak işten kovulmam yüzünden bana asla “niye yaptın” demediği gibi benimle gurur duymuş (ve saysam daha da derinleşen duygularımla yazmayı bırakacağımı hissettiğim için şimdilik burayla sınırladığım), özcesi yaşam içinden yoksullukla ve coşkuyla geçmiş bir kadının güzel anamın anneler gününe uyanamadım bugün. Bu durum kasetine beni çektikçe, yazarak kurtulayım umudu mu belirdi bilmeden, sadece Sait Faik’in “yazmasam delirirdim” demesinden feyz alarak, yıllarca yazmadan uzak kalmışlığın acemiliğiyle bu satırları yazmaya yöneldim sanırım..
****** ******
Duygularım derin ve hüznün pençesinde… Anamın varlığında hissetmediğim şeylerin yokluğunda hissedince, insanın varlıkta kıymet bilmemesinin sancısı da çöküyor üstüme. Varlığının dağ gibi olmasını yokluğunda sırtımı yasladığım her yerin uçurum kenarı olduğunu fark edince anlıyorum. İnsan ne garip diyip kendi duygularımı insana mal ederek normalleştirmek istiyorum ama olmuyor. Bu kez ertelemelerin pişmanlığıyla özlemenin ve hüznün ağırlığını hafifletmeye çalışıyorum; özlemek ve hüznü pişmanlıkla boğmak istiyorum acıyı hafifletmek için…
Ertelediğim bi çok şey geliyor aklıma anamla yapmak istediğim. Mesela bu bahar, Dersim Hozat Bargini köyüne gidip Ağu İçen (Ağuçan) Ocağını görüp kurban kesecektik. Çünkü anamın doğduğu alevi köyüne pirler oradan gelirmiş ve anam o pirlerden birine (Memet dede) büyük bir itikâtla bağlı kaldı hep… Onun ermiş olduğuna ve her şeyi vaktine bildiğine inanarak yaşadı, o nedenle bizlerin hep iyi olacağına dair bi umudu besledi, çünkü Memet dede “çocuklarının iplerini sağlam bağladım, korkma bişey olmayacak onlara” demiş zamanında anamın iki çocuğu öldükten sonra…
Hiç görmemişti oraları anam, dine inanmaz neredeyse tanrı tanımazdı ama o ocağın ruhuna derin bir ruhsal bağlılığı vardı. Hiç gitmemişti oralara, ama sanki oralarda doğup büyümüş gibi hep hasret duymuştu. İnsanın ruhsallığının bilinmez anlamları üzerine aslında müthiş bi durum bu. Babam zaten Sünni kökenli olduğundan (onunda duygu dünyası ve yaşamı ilginç aslında, belki her insanın ki ilginç te ben benimkilere odaklandığımdan bana onlar ilginç geliyor) anamın bu hasletleriyle hiç ilgilenmezdi. Neyse anamla hep planladık, o ocağa gitmeyi ve maalesef yapamadık. Her bahar bi başka bahara diye planlayıp vazgeçtiğim o kadar çok şeye dair o kadar çok pişmanlık var ki içimde. İnsanın ertelemelerinin ve başka meşgalelere dalarak kenarda tuttuğu şeylerin aslında boynuna sürekli bağladığı halkalar olduğunu şimdilerde sezinliyorum.
***** ******
Pişmanlığın, hüzne ve özleme karışması durumumu kurtarmıyor. Yazarken içimin giderek sıkıştığını hissediyorum. Bu kez bu durumdan kurtarmak için bi başka alandan analara dair bişeyler yazmaya zorluyor zihnim beni; ülkenin iki yüzlülüğüne kayıyor aklım. Duygularımı politize edilmiş bilgilere bağlarsam sanki hafifletirim gibi geliyor… Ülkemi düşünüyorum. Pandemi gündeminin her şeyi örttüğü, her tür itaati gönüllü hale getirdiğimiz, rıza üretim mekanizmalarının bu kadar çabuk yayıldığını düşünüyorum.
Türkiye’de yaşamanın iki yüzlülüğü yaşamın her alanına sızmışken kutsallaştırılan her şeyin araçsallaştırılmasına doğrudan veremediğimiz tepkilerin yenilgisi sarıyor beni.
Bugün anneler günü, Berfo ana, oğlu Cemil’in kemiklerine kavuşmak için yıllarca Galatasaray Lisesi önünde oturdu… Taybet ana, bir hafta öyle upuzun yattı sokak ortasında cansız bedeniyle; bedenini 150 metre öteden bir hafta boyunca izleyip, kuşlar parçalamasın diye nöbet tutan çocuklarının gözlerinin önünde yattı. Hepimizin gözlerinin önünde… Bir başka anayı, Berkin Elvan’ın annesi Gülsüm anayı bu ülkenin o günkü başbakanı kitleye yuhalattı… Bir yandan derin acılar içinde hunharca bir yaşama ve ölüme gönderilen analar, öte yanda camilerde analığın kutsallığı üzerine verilen vaazlar, bu tip günlerde her yerden fışkıran sanal çiçekli kutlamalar…
İyice karışıyorum velhasıl…
16 ocakta kaybettiğim anamın yokluğunun uçurum boşluğunu hissederek sırtımda bu yazıyı bitiriyorum. 1 Ocakta da babamı kaybetmiştim; ard arda terk ettiler bizi ve dünyayı… Belki babama dair de babalar gününde yazarım…
Dünya tuhaf ve ben dünyadan azade değilim… tüm annelerin ve çocuklarının yaşadıkları her şeyde daha az pişmanlık duyacakları şekilde ilişkileri olması temennisiyle, sözü Nazım Hikmet’ bırakmak en iyisi…
“analardır adam eden adamı
aydınlıklardır önümüzde gider.
sizi de bir ana doğurmadı mı?
analara kıymayın efendiler.
bulutlar adam öldürmesin”