
Dil ve zihin bağlantısı üzerine geniş bi külliyat var konuyla ilişki kurmak isteyen literatürde… Bu külliyat üzerine ekleyecek teorik bilgi birikimim yok. Burada da esasen dil üzerine ahkam kesmeyeceğim gibi dil/lisan/anlam dünyası ile ilgili teorik değerlendirmelerde de bulunmayacağım… Sadece başkalarıyla kurduğum ilişkinin niye kendi “lisanımla” olmasına yıllarca farkına varmadan çok özen göstermiş olduğumu, “ötekinin lisanıyla” niye bağlantılanamadığımı bir dostumla yaptığımız telefon konuşmasından hareketle anlamaya ve bendeki karşılığını anlatmaya çalışacağım.
Öncelikle söyleyeyim ki, bu yazı bikaç kez değiştirildi yazılırken ve yazıldıktan sonra… Çünkü bu yazı bir izsürüm; içinde hangi değerlendirmeleri barındırırsa barındırsın ve ne kadar uzunlukta olursa olsun bitmemiş bi yazı olarak kalacak; gene çünkü, bu yazı bağırsaklarına basarak dolaşmanın bi başka hali ve uzun süre üzerinde düşünüp, görgül veriler toplayacağıma inanmak istediğim bir düşünme dizgesine giriş. O yüzden bu yazıda debelenip duran bir zihnin ve bunun yazı karşılığı olan gereksiz tekrarlar için okuyucudan peşinen özür diliyorum.
********
Genelgeçer olarak bilinen bikaç önermeyle yazıya devam etmek belki biraz rahatlatır beni…
İnsan zihninin işleyişi dilden bağımsız değil. Dil hem anlam dünyasının kurucusu hem de o anlam içine insanı hapseden bir zihin duvarı.
Bir anlam dünyası yaratıcısı ve o anlam dünyasına bireyi hapseden bir gardiyan olarak dil; aslında bütün ses çıkaran unsurlar için kendi içinde bir varoluşa gönderme yapar. İnsana doğru evrildikçe, coğrafyadan, tarihsel olarak üretilmiş olandan beslenerek “lisanlaşır”… Şöyle diyim, doğada her canlının bir dili vardır, kuşlar öter, kuzular meler, eşekler anırır, karıncalar bizim kulaklarımızın duymadığı sesler çıkarır, arılar vızıldar ve bu canlıların her biri bu seslerle bi iletişim kurar. Bu sesler o canlıların bulunduğu her yerde en azından inanın duyabildiğince aynı tonlamalarda olur ve kültürel farklar yaratmazlar. Yani, kuzu dünyanın her yerinde ayı şekilde meler, (anasını emmek üzere hareket ettiğinde karnı tok olduğundan farklı meler ama bu farklar da her yerde gene benzer işler, yani aç kuzu her yerde benzer ses çıkarır), bu diğer canlılar için de geçerlidir.
Diğer canlılardan farklı olarak dil insanda “lisanlaşır”. Dilin insanda lisanlaşması aslında bir “yabancılaşma” halidir; insan kendinden “lisan” aracılığıyla kopar ve sembolik dünyanın büyük bir parçası haline gelerek yeniden bir varoluş içine kendini sığdırır. Bu kopma ve sığdırma hali özünde tahammül edilemez bir varoluşsal boşluk yaratır. Bu boşluğu doldurmak için kendini kendine yabancılaştıranın kutsanması gerekir. Ve artık dil üzerinden değil “lisan” üzerinden hem kendiyle hem doğayla ilişkilenen, anlam alanını sembolik dünyanın içine başka bi çok öğeyle birlikte “lisan” üzerinden tanımlayan “doğaya yabancı kültürel bir canlı” olarak insanla temas halimizin öyküsü de burada başlar…
Her yabancılaştırmanın kutsandığı gibi, mesela, dinin, milliyetin, sınıfın yada başka meta kavramlarla kendine insan ruhsallığında yer eden her türden var oluşun; mesela, aşkın, dostluğun, yoldaşlığın, kardeşliğin kutsanması gibi “lisan” da kutsallaştırılır. Öyle ki dil bir insanın yada bir insan kümesinin ve belki bazen milyarlarca nüfusu olan ulusların en kutsadığı “şey” haline dönüşür.
*********
Uzattım
Önce bir anekdot verecem, sonra meramımı anlatacam.
Güzel insan sevgili dost İkram Oğuz’la ilişkimin macerası 30 yıl eskiye gider. Zaman zaman kopsak ya da ilişkiye mola versek de, şanslı bir biçimde her seferinde yeniden bıraktığımız yerdeki duygularla başlamayı başardık.
Bugün İkram benle Gazeteduvar’da Kürtçe basılan iki yazısının linkini paylaştı. İkram Navkurd’un kurucusu, uzun zamandır da Kürtçe yazan bir dost. Linke tıkladım, yazılara baktım… Hiçbir şey anlamadım, çünkü Kürtçe bilmiyorum. Yıllar önce Kürtçe yazdığı Miro romanının kağıt baskısını da göndermişti ama gene bakıp kalmıştım. Bu vesilelerden yola çıkıp, bu akşam telefonla konuşurken bende oluşan duygu ve zihin dünyasını, yukarda yazdığım bağlam üzerinden değerlendirmek istiyorum…
******
Bundan sonra söyleyeceklerimin daha kolay anlaşılması için kendimden biraz bahsedeyim.
Öncelikle Kürt değilim. Kürt olmamam, Müslüman/Türk/Muhafazakar öğelerin baskın olduğu bi ailede gelmem, eğitim sürecimi de göreceli daha yoğunlaşan Türkçü/İslamcı zamana denk gelen 12 eylül sonrası okullarda geçirmem ve en önemlisi üniversiteyi Hacettepe gibi Amerikan koleji özentili bir yerde okumam nedeniyle, tüm solculuk taslayan yanlarıma rağmen Kürt gerçekliğiyle karşılaşmam üniversite sonrasına denk geldi.
Kürtleri daha çok Erzurum’da görev yaptığım dönemlerde tanımış oldum; tarihlerini okudum, acılarına ve umutlarına odaklandım, onlarla kendi minvalimce bağ kurdum, gah eleştirdim gah çoğu kez korkarak da olsa mücadele hatlarını anlamaya çalıştım, zihinsel yol arkadaşlığı yaptım… Dedimya uzun mesele…
Bu uzun yaşamsal anekdotum beni bi çok Kürt arkadaşla yakınlaştırdı. Kürt köylerini dolaştım, serhıldan dönemlerinde birlikte govend tuttum, çepik çattım. Kızıma Kürtçe isim koydum… Kürt arkadaşlarımın çıkardığı dergilerde bazen yazdım… Kürt dostlarımın kişisel sıkıntılarını dinledim, elimden geldiğince dayanışma gösterdim…
Bu bana Kürtler içinde ayrıcalıklı olma hakkı tanıdı, çoğu kez el üstünde tutuldum, saygı gördüm… Kendilik saygım o gördüğüm saygılardan beslendi, beni besledikçe ben de döndüm Kürtlerin hak hukukları konusunda kendi çevremde insanları soruna duyarlı kılmaya çalıştım… Öyle ki daha Kürtçe kasetler yasakken, ailemde bir grup insan benim dinlediğim Kürtçe kasetleri dinlediler, Şivan’ın Halepçe ağıdıyla içeriğini anlamadan ağlayıp, Koma Denge Azadi’nın Rabin Dilane’siyle halaya durdular …
Kısaca ifade ettiğim bu çerçeveden bakıldığında aslında, Kürdün topyekün inkarından geçtiğimiz ve Kürde Kürt dediğimiz için ceza tehditleriyle karşılaştığımız bu dönemlerde daha ne yapabilir ki, yapmışsın işte elinden geleni denilebilir.
****
Önce basit bi soru? Yukarda yaşamı hakkında anekdot anlatan bu şahıs, uzun yıllar Kürtlerle birlikte hasbihal etmesine ve aklı yettiğince bu meseleyle ilgilenmesine rağmen, niye dost meclislerinde iki kelam edecek kadar Kürtçe öğrenmeye merak sarmaz… Sevdiği insanlar o dilde yazmalarına ve yazdıklarını okuyamadığında bundan mahcubiyet duyduğunu ifade etmesine rağmen o yazıların en azından kabataslak anlamını kavramak için o dille bağ kurmaz…
Hepimizin aklına bi sürü şey gelebilir.
Bugün bunu konuşurken İkram arkadaş bunun nedenini, kendilerinin de kendi dilleriyle o dönemlerde yeteri kadar bağ kuramamalarına bağladı. Seid Gebari ile ilgili yazdığı yazıdaki anektoda da vurgu yaparak, uğranılan dilsel asimilasyon nedeniyle Kürt olmayan unsurların Kürtçe öğrenmemesini Kürtlerin o dönemki eksikliklerine atfetti.
Bu kısmen doğru olabilir ama bu bakışta Kürt olmayan ama Kürtlük halleriyle ilgilenen insanları aklayan bi hal de mevcuttur. Bu hal üzerine de düşünmek lazım: yani bunca gadre uğramış bir halkın ileri unsurlarının hala Kürt olmayan ama Kürtlük halleriyle bi şekilde ilgilenen ve Kürtçe öğrenmemek dolayısıyla mahcup hisseden bir duygu halinin vebalini kendinde bulmaya çalışan bir Kürtlük durumu üzerine de düşünmek lazım… yani belki şöyle bi soru sormak lazım, dili kültürü asimile edilen bir halkın ileri unsurları bile, Kürdün haliyle hemhal olan ama gene de o halkın var oluşunun en büyük göstergesi ve ayıredici öğesi olan o halkın diliyle bağ kurmamasının vebalini neden üstlenme “nezaketi” gösterirler?
Bu sorunun arkaplanına odaklanmayı arzulayan bir halimi şimdilik bi kenara koyarak, ben kendi durumumun neye tekabül etmiş olabileceğini nasıl anlıyorum, bu durumun bendeki karşılığı ne, biraz ona odaklanacağım.
Sondan söyleyeceğimi baştan söyleyeyim. Bugün tüm bu konuşmalar ve düşünmeler sonucunda, gizli bir ırkçı olduğumu hissettim. Bunu kısaca şöyle açayım. Kürdü var saymak, onun folklörüyle, yemekleriyle, acılarıyla, sevinçleriyle, umutlarıyla hemhal olup, onların tüm bu tarihsel kültürel birikimini taşıyan “lisan”larıyla bağ kurmamak aslında Kürdün varlığını görünürde tüm kabul etme çabama rağmen gizli gizli yok sayma eğilime devam etmek anlamına geldi bende.
Yazarken şöyle hissediyorum, bir şeyi anlamak için o şeyi sembolik dünyadan gösteren şeyle/lisanla bağ kurmamak, hadi iki yüzlü demeyim ama yeteri kadar samimi olmayan bi ilişkilenme hali. Buradan da yola çıkarak şöyle hissediyorum, bu samimi olmayan ilişkilenme hali, erken yaşlardan itibaren resmi ideolojinin yalanlarının ne kadar derinlerimize işlendiğinin ve derinlerimize gömülmüş bu inkar halinin meseleyi kavrama arzusu olan insanları dahi meseleden ne kadar uzaklaştırdığının göstergesi… Tıpkı LGBTI+ cinsel yönelimleri anladığını düşünen ama onların anlam dünyasındaki “lisanlarıyla” samimi bağ kuramayan heteroseksüellerin homofobisine benzer bir kürtfobisi aslında derinden derine hala beni kuşatma altına almış gibi hissettirdi…
Ve ayrıntısını sonradan yazabileceğimi umduğum bu kişisel saptamaların bana öğrettiği şeylerden biri şudur: Kürt meselesi bu meseleyi anlamak için yıllarını bu meseleyle bağ kurarak harcamış kişiler için bile korku yaratan zihinsel önyargılarından kopmamıştır ve kendi zihinsel korkularının kuşatması altındadır, bunun en temel kanıtı ise bi çoğumuzun Kürt “lisanıyla” ilişkilenmemesidir. Kİ bu ilk başlarda söylediğim lisan aracığıyla yabancılaşmaya bile yabancılaşma halidir.
İkincisi, bu meselede Kürt olmayan unsurların kendileriyle yüzleşirken yaşadıkları içsel/duygusal gelgit hallerinin sağlıklı çözüm yolu bulması için, Kürt ilericilerinin kendilerine bu konuda yük yükleme “nezaketinin” devre dışı bırakılması gereğidir. Bunun da anlamı şudur: Yabancılaşmaya bile yabancılaştığını sezenleri bu yükten kurtarmak için zaten yeteri kadar kahır çekmiş olan “ezilen kültürden gelen”lerin yeniden bir vebal üstlenerek “egemen/ezen kültürden gelen”in duygusal yükünü azaltan “nezaketinden” uzak durmaları yabancılaşmanın aza indirilmesi için elzem gibi gözükmektedir.
Çünkü bu “nezaket”, Hegel’in efendi köle diyalektiğinin efendi lehine rızasını sürekli yeniden üretmeye yol açarak Kürdün kölelikten çıkışına katkı sağlamayacağı gibi, “efendinin” kendi özbilincini yeniden yaratmasını engelleyerek efendinin efendi olmaktan kaynaklı köle olma konumunu da devam ettirmesine hizmet edebilir.
Sanırım “Kürtfobisinin” görünmeyen arkaplanı ve zihinsel formları üzerine daha fazla düşünme zamanı benim için gelmiş…
Mayıs 2020