Yıllarca bahsedilen, tartışılan ve her seferinde başka bir bahara ertelenen referandum nihayetinde tarih de belirlenerek gündemin başına yerleşti.
Gönül isterdi ki tüm partiler alınan bu karara ortak olabilseler, tek ses ve tek vücutla ortak bir duruş sergileyebilselerdi. Bu parlamentonun işlevsel kılınması veya dünün Bereyê Kurdistan gibi ulusal bir oluşuma gidilmesiyle sağlanabilirdi. Olmadı. Bunun birçok nedeni var.
Yine gönül isterdi ki Kürdistan’ın tüm parçalarından belli başlı örgütler bir araya gelip sahiplendikleri halkın arzu ve istemleri doğrultusunda asgari müştereklerde bir konsey, bir kongre çatısı altında olmasa bile bir koordinasyon oluşturarak bu gibi temel konularda ortak bir tutum belirleyebilselerdi.
Bu da olmadı. Ve bunun da binbir türlü nedeni, gerekçesi var.
Ulus olabilmenin, bir ulus gibi hareket edebilmenin sancıları bir süre daha devam edeceğe benziyor. Ulus olmak, ulusal bir duruş sergilemek, herkesi ilgilendiren konular söz konusu olduğunda aşiret, el, kabile, parti ve grup çıkarları bir tarafa bırakılarak sağlanıyor.
Öncekileri bir yana bırakalım. Son iki yüzyılın son elli yıllık dilimine baktığımızda Kürdistan hep kanadı. Kan dökülmeyen, can verilmeyen bir karış toprakla neredeyse mağdur olmayan tek bir aile dahi kalmadı. Her tümseğin altında, her mağara ve kovukta, her vadi ve derede, her dağ ve tepenin başı ve yamacında sorgusuz sualsiz katledilmiş en az bir Kürdün cesediyle karşılaşmak olası.
Yine öncekileri bir yana bıraktığımız ve son elli yılı hafızalarımızda canlandırdığımızda, şahit olduklarımızı, okuyup işittiklerimizi yan yana, bir araya getirdiğimizde katledilen yaklaşık üç yüzbin insanla karşılaşırız.
Abartı değil bu devasa rakam ve bahsettiklerimizse insan! Sadece 1980’li yılların sonu ile 1990’lı yılların başında Halepçe’den Enfal operasyonlarına Kürdistan’ın güneyinde çeyrek milyon (250.000) insan vahşi yöntemlerle katledildi. Binlerce köy haritadan silindi. Kuzey Kürdistan’da ise sayılarını bilmediğimiz, ancak tahminde de zorlanmadığımız elli-almış bin insanı da yukardaki rakama eklediğimizde işin boyutu anlaşılır sanırım. İsterseniz bunlara son beş-altı yılda Rojava ve Başur’da İslamı bayrak edinen çakal sürülerince katledilen cangorilerle 1980’li yıllarda Kürdistan’ın İran işgali altındaki parçasında katledilen onbinlerce insanı başka bir listeye ekleyelim.
Ne için can verdi yarım milyona yakın insan, son elli yılda? Bir karış da olsa güvenli bir yurt, çocuklarımıza korkudan uzak bir yaşam ve ağız dolusu bir gülüş için değil mi?
Eğer öyleyse bize düşen görev tüm ideolojik ayrılıkları, siyasi kaygıları bir tarafa bırakarak bunun için el ve gönül birliği etmektir.
O gün, o günler yaklaşıyor. Bugün sıra Güney’de. Yarınsa Rojava ve diğer yakalarda. Bu paslı zincir kırılacak, bu kara ve lanetli yazgı değişecek!
Zamansa öğretmeye devam ediyor, zamanın ruhunu ihtiraslarına kurban edenlerse kaybediyor.
Dün, 2013’te Mısır’da Müslüman Kardeşlerden Mursi’nin ipi çekildiğinde zamanın ruhuna aldırış etmeyen nobranlar, bugün bunun sonuçlarına katlanmak zorunda kalıyorlar. Dün, Hamas kara listeye alındığında “Filistin bizden ırak” deyip zamanın gereğini anlamayanlar, bugün kol-kanat gerdikleri Hamas liderleriyle ortak bir karede bulunmak dahi istemiyorlar.
Dün, “İŞID ve El Nusra’ya destek, islami teröre destek ve terör ihracı demektir” mesajını yanlış algılayanlar, bugün can derdine düşmüş durumdalar.
Yanlış iliklenmeye başlanılan Müslüman Kardeşler, El Nusra ve İŞID gömleği boğazı, ümüğü sıkmaya, can yakmaya başladı. Bugün Katar şeyhi, yarın Türkiye ve Müslüman Kardeşler liderliğine, hamiliğine soyunan Erdoğan!
Bu durum, dünden, 2012 güzünden beri aşağı yukarı biliniyordu. O zaman anlaşılmayan, anlık politikalarla oluşturulmaya çalışılan Türk-Kürt-İslam-Birliği ile stratejik ortaklık sonunda gelip duvara tosladı.
Artık Erdoğan Türkiye’si ile ne KDP’nin stratejik ortaklığının, ne de ulu orta yapılan ve birçok kez tökezleyen barış çağrılarının karşılığının olmadığının anlaşılması gerekir.
Yapılacak referanduma ise ilkesel yaklaşmak gerekir. Filistin’in bağımsızlığı için yanıp tutuşanların; Doğu Timor, Güney Sudan ve Kosova’nın bağımsızlığına candan destek olanların; Katalonya, İskoçya ve İrlanda’nın bağımsızlık çabalarına arka çıkanların, Türk, Fars ve Arap da olsa Güney Kürdistan’ın bağımsızlık arayışına destek olmaları, bu olmuyorsa bile köstek olmamaları gerekir.
Uygar ülkelerde 12 yaşındaki bir çocuğun kendine ilişkin konularda söz ve karar sahibi olduğu bir dünyada, boyunduruk altında tutulan, kölece bir yaşama ilelebet mahkum kılınmaya çalışılan bir halkın kendi yazgısını, geleceğini belirleme hakkına karşı durmak, buna gerekçeler bulmaya çalışmak yurtseverlikle de, demokratlıkla da hatta daha da ileri gidersek insan olmakla bağdaşmaz.
Kim olursa olsun, kim tarafından yönetilirse yönetilsin, şayet bir halk bu adımı atmak istiyorsa, bize düşen görev bu hakka, bu tercihe saygı göstermek olmalıdır. Benzer bir tutum parçalı Kürdistan’ın birliği için de geçerlidir.
Nasıl ki iki farklı devlet olarak örgütlenmiş, aralarına sınır ve tel örgüler çekmiş Almanların birleşme ve ortak bir devlet etrafında örgütlenme hakkı varsa, Kürtlerin de bu hakkı olmalıdır. Bağımsızlık, diğer çözüm modelleri – konfederasyon, federasyon, otonomi- geçersiz kılındığında devreye giriyor. Bu tutum Türk, Arap ve Fars’a düşmanlık içermiyor. Onlarla medeni bir komşuluk ve dostluk bunu gerektiriyor.
Avrupalılar onlarca, yüzlerce yıl çok kan döktüler, birbirinin canını yaktılar. Sonra aralarına çitler, sınırlar çektiler. Daha sonra zamanın ruhuna uygun adımlar atarak çit ve tel örgüleri bir tarafa iterek ortak bir Avrupa Evi oluşturdular. Bu süreç bugün de sancılı. Ancak insanlığın yönelim ve gelişimi ortak bir evi, hak ve hukuka dayalı medeni bir komşuluk ve ilişkiyi zorunlu kılıyor.
Kürtlerin bağımsızlık çabalarına destek, yarının Orta ve Yakındoğu ortak evine harç ve tuğla taşımak anlamına geliyor. Karşı çıkmak, köstek olmaksa kanlı ve lanetli tarihin bir süre daha devam etmesine..