Bir zamanlar „Dağlı Türkler“ olarak adlandırılıyorlardı…
Konuştukları dil farklı da olsa, onların Türk olmadıkları anlamına gelmezdi…
Karlı dağları mesken edinmişlerdi…
Çocukları mağaralarda doğmuş, onlar gibi dağda büyümüşlerdi…
Karda yürürlerken kart-kurt sesleri çıkarırlardı…
Kulaklarına gelen bu sesi, şirin buldukları için, kendilerini bu adla tanımlamışlardı…
Üstelik kendilerine seçtikleri isim bir tesadüf sonucu da değildi, Türk kelimesiyle de gizemli bir bağı içinde barındırıyordu…
Farklı kültürel özelliklere sahip olmuş olmaları da, uzun yıllar kendi soydaşlarından kopuk, kapalı bir toplumda yaşamış olmalarının bir sonucuydu…
Hikaye buna benzer repliklerle devam edip, gidiyordu…
Bırakın Türkleri, Kürtlerin önemli bir kesimi de bu hikayeye inanıyor ve Türklerle olan kardeşliklerini, dini hadislerle, uyduruk efsanelerle zenginleştirerek, başkalarını da buna inandırmaya çalışıyorlardı…
Süreç değiştikçe, hikaye de değişiyordu…
Her yeni süreç, yeni bir hikaye ile bezeniyordu…
Ancak hikaye anlatıcıları hep aynı kişilerdi…
Değişen tek şey, kelimelerin yer değiştirmesiydi…
Önce „Dağlı Türkler“ yerini „Dağlı Kürtlere“ bıraktı…
Dağlı sıfatından kurtulmaları, insan yerine konulmaları için kendilerine önerilen tek seçenek ise, Türkleşmeleriydi…
Türkleşmeleri için, öncellikle kendilerine ait olan değerler ellerinden alınmalıydı…
Bu nedenle yüzyıllardan beri kutladıkları bayram olan Newroz, önce „Nevruz“ olarak değiştirilerek, bu bayramın aslında bir Türk bayramı olduğu kendilerine hikaye edildi…
Neredeyse her yıl değişen bu hikayeye Kürtleri inandırmak için Çankaya’ya çıkan her hikaye anlatıcısı, „Demirci Kawa“ gibi olmasa da, kızgın ateşte demir dövmeye kalkıştı…
Ancak O gün, Çankaya Tepesi’nde Demirel’in, Çiller’in, Ecevit’in demir dövme törenlerine icap etmeyip, sokaklarda yaktıkları araba lastiklerinin üzerinden atlayanları bir tarafa bırakın, tehlikeli renkleri çağrıştırıyor diye, sevgililerine çiçek veren gençler bile gözaltına alınıp tutuklanıyordu…
Buna karşılık, „Dağlı Türklerden“ „Dağlı Kürtlere“ dönüşenler de tedbir olarak farklı hilelere başvuruyorlardı…
Kapalı salonlarda, „sünnet“, „nişan“ ve „düğün“ gibi adlar altında tören organize ediyor ve gecenin ilerleyen saatlerinde, bunları Newroz Şöleni’ne dönüştürüyorlardı…
Çıkışta gözaltına alınslar da, Newroz’u kutlamış olmalarının sevinciyle karakola güle-oynaya gidiyorlardı…
Salonlar dar gelmeye başlayınca meydanlara çıkma süreci başladı. Bu süreçte de renkli başlayan kutlamalar, günün sonunda akan kan ve gözyaşıyla buluşuyordu….
Newroz alanında söylenen Türkülere, oynanan halaylara kurşun sesleri karışıyor, insanların bağırışlarıyla, müzik çoksesli bir orkestraya dönüşürken, yaralananların yere düşüşleriyle de halay figürleri, adeta ölüm dansına dönüşüyordu…
Sağ kalanların Newroz’u kutlama serüveni ise, günün sonunda karakol ve hasatahane koridorlarında bitiyordu…
Gelinen aşamada, eski hikaye ile birlikte, anlatıcılar da değişti…
Dağlı, şehirli‚ kartlı, kurtlu, hemen her kes „Ortak Vatan“ kurgulu kardeşlik hikayelerine kulak kabartınca, ne dağın önemi kaldı, ne de dağlının gerçek hikayesinin değeri…
20.03.2017
fırataras@navkurd.net