Bugün Kürdistan kentlerinde yaşanan savaştan, yıkımdan, vahşetten AKP iktidarı sorumlu. AKP Suriye’de başlayan iç savaşla birlikte tüm yumurtaları selefi grupların küfesine koyarak kendini, Esad’ın gidişi, yerine Şam’da hangi cinsten, hangi meşrepten, hangi cihadist gruptan olursa olsun şeriat yanlısı birinin tahta oturacağına şartlandırdı. Bu amaçla da elinden gelen ne varsa devreye koydu. Silahsa silah, paraysa para, eğitimse eğitim, her ne lazımsa Suriye’ye kapağı atan islamcı gruplara tahsis etti. Dışişleri Bakanlığında yapılan ve Suriye’ye yönelik örtülü operasyonun konuşulduğu toplantıda MIT Müsteşarı Hakan Fidan, “ikibin TIR malzeme gönderdik” diyerek selefi gruplara yapılan yardımı kendi ağzıyla ifade ve itiraf etti.
IŞİD çakalları Kobanê’ye saldırınca tümünün ağzından salya akmaya başladı. “Ha düştü, ha düşecek” diye el ovuşturmaya başladı IŞİD patronları. Kürt halkıysa bir bütün olarak Kobanê’ye kilitlendi ve 6-7 Ekim 2014 tarihlerinde Kuzey Kürdistan halkının aynı anda sokağa dökülmesi ve TC devlet çarkını boşa çıkarması, kışla ve karakollara hapsetmesiyle dananın kuyruğu koptu.
Kobanê düşmeyip Kuzey Kürdistan halkı devleti iki-üç günlüğüne de olsa devre dışı bırakınca, AKP ve Erdoğan çözüm süreci gömleğini bir yana atarak, hesabın bu yakada sorulmasına karar kıldı. Selahattin Demirtaş’ın 17 Mart 2015 tarihli grup toplantısında yaptığı tek cümleden oluşan konuşmayla Erdoğan zıvanadan çıktı ve sıcak savaşın fitilini Kuzey yakasında ateşledi. Demirtaş’ın Erdoğan’a yönelik sarfettiği “Seni başkan yaptırmayacağız” sözü 7 Haziran parlamento seçimlerinde karşılığını bularak AKP tek parti iktidarının geçerlilik süresi dolmuş oldu.
Yenilgiyi hazmedemeyen; kibir, kin, nefret ve öfkesini kontrol altında tutamayan Erdoğan ve ekibi kirli olan yöntemlerini daha da çirkefleştirmeye başladı. Savaş kentlere kaydırıldı, kentlerin orta yerlerinde kitle toplantı ve mitingleri taşeron bombacılarla kana boyandı.
Kentlere kaydırılan bu son savaşın nedenleri oldukça tartışıldı. Bunları döne döne tartışmanın fazlaca bir faydası yok. Soru şu: Erdoğan’ın zaman, mekan ve yöntemini belirlediği böylesi bir çatışma ve savaş boşa çıkarılamaz mıydı? Ya da bir adım geri çekilerek bu kirli savaşın kararını alanların maskesi farklı yöntemlerle düşürülemez miydi?
Erdoğan ve tayfası savaşı Kürt direnişinin taşıyıcı kalelerinden başlatarak halkı yurtseverlik tercihinden dolayı cezalandırma yolunu seçti. Kendi yasaları da dahil hiçbir yasa ve kural tanımadı. Aylarca süren sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasaklarıyla halkı canından bezdirdi. Kentleri tank ve topla kuşatarak yerlebir etti. Yüzbinlerce insan yerinden yurdundan edildi. Yüzlerce insan IŞİD’in kulladığı yöntemlerle katledildi. Kürdistan kentlerinde tam bir vahşet uygulandı. Vahşetin boyutu ise Moğol sürülerini aratmadı.
Dün köyleri boşaltarak, yakıp yıkarak halkı cezalandılar; bugün ondan beter bir uygulamayı yüzbinlerce insanın yaşadığı kentlerde devreye koydular.
Amed Sur’la birlikte yerlebir edildi. Cizre’de taş üstünde taş bırakılmadı. Sılopi’nin rengi soldu. Nusaybin ve Gever ise ölüm pahasına direniyor.
Zamanı çoktan geldi. Bir muhasebeye ihtiyaç var. Sur ve Cizre’de savaş meydanında kaybeden TC oldu. Bir devlet tüm savaş aygıtını, tüm zebanilerini, tüm kirli yöntemlerini devreye koyduğu halde hakimiyeti altında olduğunu iddia ettiği bir kente üç ay sonra yakıp yıkarak girebiliyorsa, bu yenilginin de tescilidir aynı zamanda.
Yaşanan büyük vahşetin resmini birebir çekmek, röntgen cihazına yatırarak negatifini çıkarmak imkansız. Kürdistan’da faaliyette bulunan sivil örgütler yaptıkları araştırma, gözlem ve birebir gerçekleştirdikleri mülakat ve görüşmelerle fail ve sorumluyu açık adıyla kamuoyuna duyurdular.
Kaldı ki AKP kurmayının savaşı Kürt kentlerine çekme ve oraları yaşanmaz hale getirme konusundaki sorumluluğu uluslararası kamuoyunun da dikkatinden kaçmadı. Kimi devletler, en başta da Almanya, çıkarları gereği yaşanan vahşete sessiz kaldı, ama o devletlerin kamuoyu yaşanan devlet terörünü gördü, kirli işbirliğinin sorumlularını adlandırarak mizah konusu yaptı, alaya aldı.
Savaşın kentlere kaydırılmasıyla birlikte yarım milyon insanın bulunduğu mekanı terkettiği bizzat Kürt medyası tarafından zikredildi. Savaş tamtamlarının çaldığı Gever’den (Yüksekova) sadece Van kent merkezine göçedenlerin sayısı belediye yetkilerince yetmişbin olarak duyuruldu. Bu rakamlar öyle hafife alınacak rakamlar değil.
Cizre’yi yeniden inşaa edebiliriz belki. Yakılıp yıkılan evlerin, konutların yerine daha iyilerini de dikebiliriz. Ne var ki Mehmet Tunç’u geri getirecek derman bulunmadı henüz. O’nun kokusu ve gülüşünün eksik olduğu Cizre, Cizre olmaz. Sur, yeniden nasıl inşaa edilirse edilsin, eski tılsım, gizem ve çekiciliğine kavuşmaz. Ve yeni Sur’u güvercinler yurt edinmez.
Kürt hareketinin rüştünü kanıtlama, gücünü ispatlama diye bir sorunu yok. Kürdistan son yirmi yildir zaten onun denetiminde. Neredeyse tüm belediyeler yurtsever insanların elinde. Seçilip Ankara’ya gönderilen parlamenterler Kürt hareketinin çeperinde yer alan insanlar. Üstüne üstlük 7 Haziran seçim sonuçlarıyla TC devlet partilerinin tabutuna son çivi çakıldı. Beş-altı milyon yetişkin insanın tercihi ise ödünç değil. Ve az kaldı. Rojava’da son halka da eklendiğinde zincire, çöküşten kurtamaz kimse artık, Erdoğan ve ekibini.
Kürt hareketi TC’yi boşa düşürmek, Gever ve Nusaybin’inin de yakılıp yıkılmasına meydan vermemek için bir adım geri çekilmeli, Erdoğan ve ekibini kirli emelleriyle başbaşa bırakmalı. Bu istem, bu çağrı, bu hawar sadece benim değil. Konuştuğum, sohbet ettiğim birçok insanın da istem, talep, çağrı ve dileğidir. Nusaybin’den, Sur’dan, Van ve Gever’den bana yansıtılanlara tercüman olmaya çalıştım. Benimki bir tür elçilik. Elçiye zeval olmaz demiş, bizden öncekiler. Anlatımda, iletimde bir eksik, bir kusur varsa, bana ait.
Kürt hareketi bir de bu iş için bir toplantı düzenlese, bir durum değerlendirmesi yapsa, hiç de fena olmaz. Buna acilen ihtiyaç var!