Bugüne kadar Kürt örgütlerini yöneten kadrolar hakkında pek çok şey yazıldı, çizildi. Kürt basınında çıkan ve övgülerle sınırlı olan değerlendirmeleri bir tarafa bırakırsak, Türk basınında, bir iki örnek dışında pek olumlu değerlendirmelere tanık olamadık. Ancak olumlu yazılanlar ise, daha çok Kürt örgüt yöneticilerinin söylemlerinden hareketle yapılan yüzeysel değerlendirmelerden ibaret.
Aktüel Dergisi’nin 1993 yılında yayınlanan bir sayısında Ali Çağatay’ın Kürt sorununun çözümü ile ilgili ilginç bir makalesi yayınlanmıştı. Bu makalede daha çok PSK Genel Sekreteri Kemal Burkay’ın kişiliği ve onun Kürt sorunun çözümüne yönelik yapabileceği katkılar dile getirilmekteydi.
Kürt sorununun çözümü için Ali Çağatay iki ön koşul ileri sürüyor ve şöyle diyordu: „Kürt sorunun çözümü için Türklere bir De Gaulle, Kürtlere de bir Gandi lazım. Türkler’in De Gaulle’ü yok, ama Kürtler’in Gandi’si olmasa da bir Olof Palme’si var: Kemal Burkay.“
Ali Çağatay’ın bu olumlu değerlendirmesi; o dönemde Kürt sorununun barışçıl çözümü için uğraş veren tüm Kürtler’in yüreğinde bir umudun yeşermesine yol açmıştı. Çünkü, A. Çağatay’ın bu tespiti, Kürtler açısından sorunun can damarını oluşturuyordu. O günkü koşullarda Kürt halkı, barışçıl yol ve yöntemleri ustaca kullanabilecek -ama teslim bayrağına sarılmadan- akan kanı durdurabilecek bir lidere ihtiyaç duyuyordu. Mevcutlar arasında bu niteliklere en yakın olan Burkay, bu nedenle daha şanslı görülüyordu.
Ancak, o dönemde A. Çağatay tarafından Kürtlerin Olof Palme’si olarak adlandırılan Burkay, kendi ülkesine dönüp bu misyonunu yerine getireceğine, Palme’nin memleketinde yaşamayı tercih ederek, yıllarca dışarıdan gazel okumaya devam etti.
Barış bayrağını ise, uzun yıllar Kürtleri savaşla bitiremeyen Yeğen(!) Abdullah, barış elçisi adı altında dayılarına hizmete devam ederek, Kürtlerin geleceğini bu alanda da ipotek altına aldı.
Dünden bugüne herkesin “barış elçisini” eleştirmeye hakkı var. Çünkü O, kiminin çocuğunu, kiminin köyünü, kiminin yaşamını, aşklarını, sevinçlerini, umutlarını alarak kendisini İmralı’ya attı. Dolayısıyla, bu insanların İmralı’daki elçiyi eleştirmeleri, onun bu misyonunu sorgulamaları kadar doğal bir şey olamaz.
Ancak halktan çok, bugün devletin kanatları altına giren ve hiç bir dönemde kendi misyonlarını yerine getiremeyen, halkın umuduna deva olamayan, giydikleri demokrasi şapkalarının altında en kanlı diktatörlerlere bile rahmet okutacak düşünceler besleyen lidercikler eleştiriyorlar.
Oysa bunlar görev ve misyonlarını yeter ölçüde yerine getirmiş olsalardı, en azından Kürt halkının geleceği, bu gün bu denli ipotek altına alınmamış olurdu. Kürt halkı bunca yıkım ve kıyımla yüz yüze gelmezdi.
Bugün salt olanı eleştirmekle zamanlarını geçiren „lidercikler” de belki tarihte olmaları gereken yerlerini almış olurlardı.
Ali Çağatay, o makalesiyle Kürtlerin yüreğine bir umut çiçeğinin tohumunu atmıştı. Kürtlerin önemli bir kesimi o çiçeğin yeşermesi için suyunu, havasını eksik etmedi. Ancak, tohumun kendisi yeşermemekte ısrar etti. Burkay, barışın ve demokrasinin sembolu olan Palme yerine, geçmişin Karaoğlanı ve doksanlı yıllarda sahte barış güvercinleriyle imaj yenileyen Ecevit’i olmayı tercih etti.
Ecevit, 12 Eylül sonrası Genel Başkanı olduğu CHP’den istifa ederek daha sonra DSP’yi kurdu.
Burkay ise, demokratik bir davranış olarak yansıtmaya çalıştığı PSK’nin başından ayrılma hikayesini, kurguladığı şekilde sürdüremeyince, ülkeye dönüp 80’ninde Hak-Par’ın başına geçti.
Yaşamı boyunca laiklik ilkesinden zerre kadar taviz vermeyen Ecevit, kurduğu yeni partisiyle tekrar iktidara yürümek için Fetullah Gülen’nin kapısını çaldı.
Son kırk yılını sosyalizim ve Lenin hayranlığıyla geçiren Burkay’da aynı yolu takip ederek, ülkeye dönmek ve Hak-Par’ın başına geçmek için Fetullah Gülen’e doğru yelken açtı.
Ecevit’in demokrasi tanımı ve sınırı Rahşan’ın çizdiği sınırlar itibariyle, „Karı-Koca Demokrasisi“ olarak siyasal literatüre geçerken, Burkay’ın demokrasi tanımı ve anlayışı ise, „Müritler Demokrasisi“ olarak, siyasi literatüre bir katkı sundu.
Tesadüf ya, politika dışında da her ikisinin birçok ortak yönleri karşımıza çıkıyor.
Kendi anlatımlarına göre her ikisi de siyaseti zorunlu ve şartların dayatması sonucu olarak seçmişler.
Ecevit, şair ve gazeteci olmayı arzularken, Türk işçisine olan borcu nedeniyle siyaseti seçmiş.
Ancak siyaset sahnesindeki basmakları teker teker aşıp başbakan olduğu dönemlerde ise, borcunu ödeyeceğine, bakan ve başbakan olarak onları birer kuru ekmeğe muhtaç etti.
Burkay’ın ideali ise, şair ve hukukçu olmakmış. Yazacağı şiirlerle Kürtlere sabırlı olmayı, kedisiz bir yaşamayı öğütlemekmiş.
Burkay da, Kürtlerin bugüne kadar sabırlı olmaları için şiirler yazdı, hukukçu sıfatıyla da müvekkilleri olarak gördüğü Kürtler için kendini siyasete adadı. Ancak, müvekkilleri adına kayda değer bir adım atamadı. İşi zamana yayarak, hep üçüncü tekil şahıs olarak işlev gördü.
Ecevit, “Brutus”leri tarafından Başbakanlıktan uzaklaştırıldıktan sonra, elde kalanı Rahşan’a teslim ederek, anılarını yazmaya başladı. Ancak ölümüyle Türk halkı onun engin anılarından mahrum kaldı.
Burkay ise, genel sekreterliği emin ellere teslim ettikten sonra bu işe girişti ve Kürt siyasi tarihiyle ilgili bol küfürlü bir anı külliyesi armağan etti.
Yıllar sonra da olsa, şimdi Ali Çağatay’ın 90’lı yıllarda yaptığı tespite bir katkı olarak denilebilinir ki; Burkay, yıllarca yönettiği örgütün dümenini kimi zaman Palme’ye, kimi zaman da Öcalan’a doğru yol almak üzere bir sağa, bir sola kırdı. Siyaset denizinde rotayı bir türlü tutturamayınca, sonunda Kürtlerin Ecevit’i olmakta karar kıldı.
Gelinen nokta itibariyle gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz ki, Kürtlerin bir Palme’si olamadı, ama şimdi “nur yüzlü” bir Ecevitleri var…
Bu da az şey değil…
16.04.2016
firataras@navkurd.net