“Bizden, sabah akşam Türkiye’yi eleştirmemizi bekleyenlere, bundan vazgeçmelerini öneririm. Bizim çıkarlarımız var. Türkiye’nin çıkarları var. Tabi ki Türkiye’yi eleştireceğimiz konular var. Ancak Türkiye’den yönelen mülteci akışını önlemek istiyorsak, bunun karşılıklı çıkarlar temelinde bir de karşılığı var.” (Monitor, 4.2.2016)
Bunları söyleyen sıradan biri değil. Bunları söyleyen sıradan bir ülkenin üçüncü sınıf yerel bir politikacısı da değil. Öyle olsaydı, konu etmeye, üzerinde durmaya da değmezdi. Bunları söyleyen Avrupa Birliği’nin lokomotif ülkesi ve dünyanın sayılı ülkelerinden biri olan ve özgürlük, demokrasi ve insan haklarını temel değerleri arasında sayan Almanya’nın içişleri bakanı Thomas de Maiziere olunca işin muhtevası da değişiyor, haliyle. Böyle bir ülkenin en önemli bakanlarından biri bunları deyince işin kirlilik skalası da yükseliyor, hem de utanılacak ölçüde.
O Almanya ki 2012’den 2015 güzüne kadar Türkiye ile ilişkilerini neredeyse askıya almış, bir Türk politikacıyla görüşmemek, birarada olmamak, el sıkışıp selam vermemek için her yolu denemiş bir ülke…
O Almanya ki IŞİD çakallarının Türkiye’nin yönlerdirmesiyle Şengal ve Kobanê’ye saldırısı ardından peşmergenin yanısıra PKK’nın de silahlandırılması gereğini birçok kez dile getirmiş bir ülke…
O Almanya ki 2015 sonbaharına kadar Türkiye’ye PKK ve Kürt halkına yönelik savaşı durdurmasını, IŞİD’e yoğunlaşmasını öneren bir ülke…
Peki ne oldu da böylesine çirkin ve kirli bir değişime yol açıldı?
Yukardaki açıklamayı yapan içişleri bakanı da, Almanya’nın başbakanı Merkel de biliyor ki, Erdoğan ve AKP 7 Haziran seçim yenilgisini, Suriye’de uğradığı hezimeti PKK ve HDP’ye fatura ederek Kürt halkına yönelik bir cezalandırma, diz çökertme operasyonuna yöneldi. Ve otuz yıldır dağlarda sürdürülen savaşı Kürt hareketinin taşıyıcısı kentlere kaydırdı. Kürt kent ve kasabalarının yerlebir edilmesi, yüzlerce insanın vahşi bir şekilde katledilmesi, yakılması, parçalanarak tanınmaz hale getirilmesine yönelik Avrupa’dan çıkabilecek tepkileri önlemek ve dengelemek amacıyla 2011 yılından beri Türkiye’de yaşayan mültecilerin Avrupa’ya yönlendirilmesi için düğmeye bastı. Ege’nin kapılarını açarak şebeke ve insan tacirleri eliyle kısa bir süre zarfında bir milyonu aşkın mültecinin Almanya başta olmak üzere Avrupa’ya akışını, göçünü sağladı.
Ne zaman mı?
İşte rakamlar: Türkiye’den Yunanistan adalarına geçen mültecilerin sayısı 2015 yılının Ocak ile Mayıs ayları arasında binlerde gezinirken, 7 Haziran seçim anketleriyle HDP’nin yüzde on barajını fazlasıyla aşarak parlamentoya gireceği ve AKP iktidarını sallayacağı ortaya çıktıktan sonra, bu sayı Mayıs ayında onsekiz bine, Haziran’da 32 bine, Ağustos’ta 110 bine ve Ekim ayında ise 210 bine çıkıyor ve 6-7 ay içinde Avrupa’ya geçen mülteci sayısı bir milyonu aşıyor. (Süddeutsche Zeitung, 27/28 Şubat 2016)
Buna karşın Yunanistan’la varılan anlaşma sonucu Türkiye 2014 yılında on bin mülteciyi geri alacağını tahaddüt etmiş, iade olarak aldığı insan sayısı ise 56’da kalmıştı. 2015 yılı için beş bin insanı geri alacağını belirten Türkiye, sadece 6 iade kabul ederek, uluslararası sözleşmelere ne kadar bağlı kaldığını ortaya koymuş oldu. (SZ, 24.2.16)
Yukardaki rakamlar aynı zamanda biliçli bir yönlendirmeyi de gözler önüne seriyor. Devlet desteği ve yönlendmesi olmasa, nasıl olur da 210 bin insan, bir ayda MİT’in, polisin çirit attığı birkaç kasabadan yol bulup Yunanistan’a geçebilir? Ege sahillerinde yaşayan halkın bildiğini, nasıl olur da bir polis devletine dönüşen TC bilmez?
Türkiye’den Yunanistan’a geçen bir milyon mültecinin herbiri bin euro ödemiş olsa, eder bir milyar euro. Kaldı ki bu, en düşük ücret baz alınarak ulaşılan rakam. Bu bir milyar euro kara para değil. TC’nin makinalarında yıkanıp aklanan AK-Para.
Peki TC, Alman içişleri bakanının bahsini ettiği karşılıklı çıkarlar temelinde mülteci akınını durdurdu mu?
Karakış olmasına, Balkanlarda sınırlar kapatılmasına rağmen hergün iki ile üç bin arasında insan kendini plastik botlarla soğuk ve dalgalı sulara vurarak Yunanistan sahillerine atmaya çalışıyor. Ocak ve Şubat aylarında Yunanistan’a geçen mülteci sayısı yaklaşık yüzelli bin.
Hani Merkel kesenin ağzını açıp üç milyar euro rüşvet verince, üstüne AB müzakere sürecinde yeni fasıllar açılınca, TC vatandaşlarına vize muafiyeti üstüne bahşiş olarak eklenince, mülteci akını duracaktı?
Durmadı. At pazarlığına iyice alışan Erdoğan fiyatı arttırmaya devam etti. Önceleri Mesud Barzani’nin bağımsızlık referandumuna karşı çıkmayan, hatta destekleyen Almanya, ne olduysa Şubat ayı ortalarında toplanan Münih Güvenlik Konferansı’a katılan Barzani’ye soğuk duş aldırdı. Almanya dışişleri bakanı Steinmeier üzerinden “Kürdistan’ın bağımsızlığına karşıyız” mesajı sosyal medyanın minik kuşları aracılığıyla Ankara’ya ulaştırıldı. Bu da yetmedi. Önceleri Türkiye’nin tezidir diye karşı çıkılan Suriye’nin kuzeyinde tampon bölge ve uçuşa yasak bölgeye de 180 derece çark edilerek arka çıkılmaya, destek verilmeye başlandı. Bununla da bitmedi. Rojavalı Kürtlerin Cenevre konferansına katılmalarının önü alınarak, TC’nin YPG’ye yönelik saldırılarına sessiz kalıp onay verildi. Ve tüm bu uğursuzluklarda başmimar olarak ortaya çıkan ise Steinmeier oldu.
Hafızamızı biraz yokladığımızda bu isme 1998 ve 1999’da da rastlıyoruz.
Ne olmuştu 1998 ve 1999 yıllarında?
TC’nin Suriye’ye yönelik tehditlerini arttırmasından sonra PKK lideri Öcalan kendini İtalya’ya atmak zorunda kalmıştı. Arama ve tutuklama kararı olan Almanya bu kararını geri çekerek, Öcalan’ın uluslararası bir sürek avından sonra TC’ye teslimine yol açılmış ve Avrupa Birliği’nin almış olduğu “Kürt sorununun çözümü için Avrupa inisyatifi” rafa kaldırılmıştı.
Steinmeier o zaman başbakanlık ofisinde koodinatör ve pratik işlerden sorumlu bakandı. Bugünse Almanya dışişleri bakanı.
İki önemli dönemeçte 17 yıl sonra aynı isimle karşılaşmak tesadüf mü?
Almanya Öcalan’a ilişkin tutuklama kararını geri çekmese, 2016 yılında Güney Kürdistan’ın bağımsızlığına açık kartla karşı çıkmasa, Rojavalı Kürtlerin Cenevre konferansına katılmalarının yolu tıkanmasa ve TC’nin hem Kuzey’de ve hem de Rojava’da sürdürdüğü kirli imha savaşına sessiz kalınarak onay vermeseydi, belki durum farklı olabilirdi.
Benimkisi belki bir vehim, ya da takıntı. Bir de siz değerlendirin istedim. Hepsi bu kadar!