Bu sabah bilgisayarın başına oturduğumda aslında iki konuyla ilgili yazmak istiyordum. Yazmayı düşündüğüm konulardan biri BDP’lilerin başkanlık sitemine olan itirazları, bir diğeri de Yaşar Kemal’in doğup, buyuduğu köydeki Türklerin Kürtlere bakışı üzerine…
Kaynak taraması yaparken arşivimde unutulan bu yazıya rastladım. Bugünkü gündeme birebir denk gelmese de, önemli gördüğüm için paylaşmak istedim…
Kürtler, dünyada devleti olmayan ve toplam nüfusu 40 milyona yakın en büyük topluluk. Dört ülkenin egemenliği altında yaşayan, son dönemlere kadar, hakları bir tarafa, dilleri ve kimlikleri dahi inkar edilen belki de ilk ve tek bir topluluk.
Bu kadar nüfusa sahip olup da kendi devletini kuramamış başka bir ulusal topluluk yok. Öyle ki, sadece Avrupa’da göçmen olarak yaşayan Kürtlerin sayısı, BM’ye üye olan birçok ülkenin nufüsundan fazla.
Kürtlerin hala sömürge bir halk olarak yaşamak zorunda kalmaları, kuşkusuz onlardan kaynaklanan bir durum değil. Çünkü onlar da diğer özgür halklar gibi, kendi toprakları üzerinde özgür bir toplum olarak yaşamak için mücadele ettiler. Ulusal devletlerin ortaya çıkış sürecinin başlangıcı olan Fransız İhtilalinden günümüze kadar, Kürdisan’ı işgal eden devletlere karşı onlarca kez isyan edip, baş kaldırdılar ve bu yöndeki mücadelelerini hala sürdürüyorlar.
Ancak ne yazıktır ki, Kürtler bu güne kadar hep yenildiler. Her yenilginin ardından baskı ve zulüm ile karşılaştılar, sağ kalanlar ise, bir daha isyan etmemeleri için sürgün edildiler…
Uzun bir dönem üç kıtaya hükmeden Osmanlı’nın egemenliği altında yaşayan hemen hemen tüm halklar özgürleşirken, Kürtlerin 20. yüzyılın başında çöken Osmanlı‘dan TC’ye miras kalmalarının elbette ki bir çok nedeni var.
Özellikle Osmanlı dönemindeki isyanlar incelendiğinde, bu isyanların yenilgiyle sonuçlanmalarının en büyük nedeni, Kürtlerin de Osmanlılar gibi aynı dine mensup olmaları önemli bir etken olarak karşımıza çıkıyor. Dönemin Kürt beylikleri arasında gerçekleştirdiği ittifak sayesinde etki alanını genişleten ve bu sayede ciddi bir askeri güce sahip olan Cizre- Botan Beyi Bedirxan’ın Osmanlılar karşısında yenilgisinin temel nedeni, başta meclisinde yeralan din adamlarıyla ve bunların etkileri sonucu halkın Halife Ordusu’na karşı savaşmaya istekli olmayışlarıydı. Bu nedenledir ki Bedirxan Bey; „Ezilen halkların özgürleşmeleri için kullandıkları üç önemli silah var.
Bunlar; din, dil ve topraktır. Eğer egemenlerle din ortaklığı varsa, ezlilenlerin sahip olduğu silah sayısı baştan ikiye düşer…“ diyor.
Bedirxan Bey’in bellirtiği gibi, önce Osmanlı, ardından da din ile pek barışık olmamasına rağmen TC, yeri geldiğinde ortak dine mensup olma olayını çok ciddi ve etkin bir şekilde kullandı. Her seferinde de başarılı oldu. Aynı dine mensup olma, aynı dinsel mekanları kullanma sayesinde Kürtlerin bir kısmı „din kardeşliği“ temelindeki bir birlikteliği, ulusal birlikteliğe tercih ettiler. Din kardeşi olarak gördükleri kişilerin kendilerine ve ulusal değerlerine yönelik red ve inkar politikalarını görmezlikten gelerek…
Aynı silah Kürtlere karşı bugün de kullanılmaktadır, üstelik daha bilinçlice ve ustaca…
Yeri geldiğinde Erdoğan’ın; „Kürt kardeşlerimi seviyorum, onları yaradandan dolayı“ sözü, inancının samimiyetinden dolayı olmuş olsaydı, devamında da: „Kürdün ilhak edilen haklarını geri veriyorum, doğuştan gelen haklarıdır yardandan dolayı“ şeklinde bir cümle kullanması gerekirdi…
Osmanlıdan günümüze, egemen düzeyde olsun ve ya olmasın Kürtler ve Kürt sorunu sözkonusu olduğunda, herkesin kullandığı ortak söz, hep, „din kardeşiyiz“ olmuştur.
Din kardeşliğinin önkoşulu olarak da önümüze; „benim gibi yaşa, benim konuştuğum dili konuş, benim savunduğum değerleri savun, sadece kendini düşünme bencilliğini bırak koskoca ümmeti düşün, bölücü olma birleştirici ol“ emir ve şartlarını koydular.
Onlar dini kendi çıkarları doğrultusunda bir araç olarak kullanırlarken, bu oyuna gelen dini bütün Kürtler de Ümmetin dışına itilme kaygısından hareketle, önlerine ne konulduysa ona sorunsuz bir şekilde evet dediler.
Tıpkı 1960’lı yılardan sonra sol siyasetle sahneye çıkan Kürtlerin milliyetçilik suçlamasıyla damgalanmamak için “parça-bütün” hikayesinden hareketle kendilerini hep Türk yoldaşlarının yedeğinde konumlamaları gibi…
Bu nedenle Kürtler, uzun yıllar güç ve enerjilerinin önemli bir kısmını, sosyalistliklerini ve müslümanlıklarını dünya aleme ispatlamak için kullandılar.
Türk islamcılarının yedeğinde konumlananlar 12 Eylül ile uyandılar, sol yedektekiler ise Sovyetlerin yıkılışıyla…
Derken islamcılarımız çeyrek asır sonra yeniden keşfettikleri Erdoğan-Arınç-Gül üçlüsünün ardına takılarak kıblelerini belirlediler.
Solcularımız ise, bunlara inat pahasına kimi çeyrek asır önceki işkencecilerine, kimileri de miadı dolmuş Ortadoğu’daki cellatlarına toz kondurtmamak için hala çırpınıp duruyorlar.
27.05.2013