Biliyorum bu cümleye karşı Türklerden önce, kendini „halkların kardeşliği“ hikayesiyle avutan, kendi ulus devletini kurabilme gücü ve kabiliyetinden yoksun olduğu için başkalarının ulus devletinde yaşamayı pek dert edinmeyen, sosyalist, enternasyonalist Kürtler itiraz eder.
Ancak, kimden gelirse gelsin, bu konuda yapılan hiç bir itiraz, yıllardan beri süregelen bu gerçeği ortadan kaldırmıyor.
Türk Devleti kadar, Türkler de Kürdistan kelimesinden nefret ediyor ve hiçbir şart altında bu kavrama sıcak bakmıyorlar. Bu konuda yaşanan binlerce örnek varken, özellikle kimi Kürtlerin, Kürdistan nefretini salt Türk Devleti’nin tutumuna indirgemelerini anlamak pek mümkün değil.
Oysa Türk Devleti, Türk halkı dediğimiz topluluğun temsilcileri tarafından kurulmuş, Türklerin ortak çıkar ve taleplerine göre şekillenmiş, gerek ülke içinde ve gerekse ülke dışında Türkleri en üst düzeyde temsil eden bir organizasyondur.
Eğer Türk Devleti’nin bir Kürdistan nefreti sözkonusuysa, bunu salt devlete ait bir anlayışmış gibi algılayıp Türkleri bundan vareste tutmak, ne akılla ne de mantıkla izah edilebilinir.
Aksi durumda, devlet bu nefret duygusuyla bir ömür boyu yaşayamaz ve bundan kurtulmak için temsil ettiği halkın tutum ve söylemleriyle uyumlu bir çare arar ve bu anlayışından vazgeçerdi.
Aksine, sön dönemlerde devleti yöneten siyasi iktidarın bu konuda attığı kimi adımlar, kardeş dediğimiz halk tarafından, „bu adımlar Türkiye’yi bölme noktasına götürür“ şeklinde tepkiyle karşılandı.
Güney Kürdistan ancak Kuzey Irak olarak Habur’dan içeri girebildi.
Batı Kürdistan, Türk aydın, solcu ve enternasyonalistleri tarafında bile salt Rojava olarak kullanılır oldu.
Tıpkı Kuzey Kurdistan’da yaşayan bizlere, mensubu oldukları devletin tanımıyla Doğu ve Güneydoğu, bugün biraz daha ileri giderek „bölge“ ya da „bölge halkı“ dedikleri gibi…
Aynı tutum Haziran seçimleri süreci ve öncesinde de yaşandı.
Tabanı, kadroları, hatta Eşgenelbaşkanları aynı olmasına rağmen BDP ve HDP’e bakış açıları da, devletin bakış açısıyla birebir örtüşüyordu.
Ne zaman ki HDP, kendini Türkiye partisi olarak tanımladı, Selahattin Demirtaş Türkiye’yi dönüştürecek lider muamelesi görmeye başladı, partisi HDP de kıymete bindi. Verilen değer karşılıksız kalmadi. Demirtaş seçim akşamı bir adım daha atarak; „HDP Türkiye’dir, Türkiye’de HDP’dir“ dedi,
HDP’in seçim barajını aşmasıyla Erdoğan’ın başkan olabilme ihtimalinin şimdilik gündemden düşmesiyle adeta zafer ilan eden bu zevat, mevcut yaklaşımlarıyla bu kez Kürtleri MHP ile ortaklaştırmanın ince hesabını yapmaya başladılar ve bu hayallerini gerçekleştirmek için binbir hikaye anlatıyorlar…
Tabi tüm hikayelerinin ana ekseni her zaman olduğu gibi yine Kürtlerin kendi değerlerinden vazgeçmeleri üzerine kurulu…
Bu ortaklık için biri diyor; „En ideali üç partinin ortaklığı, CHP-MHP direksiyona geçmeli, HDP ise dışarıda kalarak destek vermeli“.
Diğer bir deyişle HDP, CHP ile MHP’nin süreceği kamyonda sadece dingil işlevi görmeli.
Bir diğeri; „Kılıçdaroğlu’nun altın tepside sunduğu Başbakanlığın yanısıra, Bahçeli’nin ikna olması için HDP’de değiştiğine, halis –muhlis bir Türk partisi olduğuna dair kimi pratik adımlar atmalı“.
Tabi tüm bu öneriler HDP ile herhangi bir organik bağı olmayan kişilerce ileri sürülmekte…
Ancak Sırrı Surreya’nın seçim öncesi, „Biz Çözüm Sürecini MHP ile de yürütürüz“ söylemini seçim sonrasına yönelik bir irade beyanı olarak ele alırsak, HDP’in içinde yeralan belli bir kesimin de bu türden önerilere pek uzak olmadığını söyleyebiliriz…
Allaha şükür, faşist de olsa, başbakanlığına dünden razı olan solcuların katili de olsa, Bahçeli ilkeleri olan bir siyasetçi. Kırmızı bir plaka için ne Türkçülüğünden ne de Anti-Kürtçülüğünden taviz veriyor. HDP’in Türkiyelileşmesiyle Kürdistan fikrinin çöpe atılacağına inansa, tereddüt etmeden bu önerileri de kabul eder, Kılıçdaroğlu’nun kendisine sunduğu kırmızı koltuğu Demirtaş ile de paylaşır.
Ancak o, işin salt HDP’ten ibaret olmadığını ve HDP’in tutumuyla da değişmeyeceğini biliyor.
Kürdistan’a yönelik nefretlerini Erdoğan karşıtlığıyla örtmeye çalışan zevata gelınce, onlara söylenecek söz o ki, nehirlerin önüne konulan barajlarla suyun akışı kısmen de olsa yavaşlatılabilinir, ancak Ortadoğu’da yakıcı hale gelen ve tüm dünyada yankısı hissedilen Kürdistan’ın özgürleşme fikrini bu saatten sonra değiştirmek, ya da sınırlandırmak artık mümkün değil.
Bunu ne Türk devletinin gücü, ne de solcusuyla, dincisiyle kardeş rolünü oynayan sahtekarların uyduruk hikayeleri durdurabilir.
Dünün Kuzey Irakı nasıl ki yavaş yavaş Kürdistan’a dönüştüyse, Kuzey Suriye ya da entel Türklerin söylemiyle Rojava da Kürdistan olarak anılmaya başlayacaktır.
Daha sonra mı?
Asıl korktukları başlarına gelecek.
Gördükleri kabusun bir rüyadan ibaret olmadığını, bu güne kadar inatla, ısrarla red ve inkar ettikleri, görmezden geldikleri Kuzey Kürdistan gerçeğiyle de mutlaka yüzyleşecekler.
Bu kez Kuzey kavramından kaçıp Doğu ve Güney’e sarılacaklar, ancak iş işten geçmiş olacak…
20.06.2015