Satranç, oyununun ilk kez MÖ 6. Yüzyılda Hindistan‚da ortaya çıktığı söylenmektedir. MS 10. Yüzyılda, yani ortaya çıktıktan tam 16 yüzyıl sonra tüm Asya, Ortadoğu ve Avrupa’ya yayıldığı, 15. yüzyıldan itibaren de Avrupa’da soylular arasında çok popüler bir oyun haline geldiği ve „kraliyet oyunu“ olarak anılmaya başlandığı ileri sürülmektedir.
Bir savaş oyunu olan satrancın geçmişten günümüze Kürtler tarafından da yoğun bir şekilde oynandığı bilinmektedir.
Şah, vezir, kale, at, fil ve piyonlardan (askerlerden) oluşan bu oyun, iki kişi tarafından oynanmaktadır. Şah’ın temel figür olduğu bu oyunda amaç, şahı ve şahın egemenlik alanını savunma altına almak ve savaş alanındaki rakibi yenilgiye uğratarak onun egemenlik alanını da ele geçirmektir.
Satranc’ın en büyük özelliklerinden bir de, tarafların kendi oyun kabiliyetlerinden ziyade, rakiplerinin hamlelerine göre oyun kurmaları ve rakiplerinin en küçük hatalarından galibiyet çıkarmalarıdır.
Oyun eşit koşullara ve denklik esasına dayandığı için, taraflardan birinin üstünlüğü ele geçirmesi, diğer tarafın yanlış bir hamle yapmasıyla ancak mümkündür. Bunun için de taraflardan birinin diğerine karşı üstünlük sağlayabilmesi için, oyun kuruculuğu kadar, rakibinin psikolojisini ve oynadığı oyunu çok ciddi bir şekilde gözlemlemesi de gerekir.
Bunu yapan ve rakibinin düştüğü hataya düşmeyen taraf, büyük olasılıkla oyunun galibi olarak masadan ayrılır…
Doğru ya da yanlış hamleleri karşılıklı olarak tekrarlayan tarafların varacağı sonuç ise, „pata kalma“ durumudur…
Tıpkı Türklerle Kürtlerin 30 yıllık savaşı gibi…
Yanlız aradaki tek fark, Türk ve Kürtlerin pata kalmaları, doğrularından ziyade, birbirlerine karşı yaptıkları hataları her seferinde tekrarlamalarıdır…
Bu, sadece savaşan kesimler için geçerli olan bir durum da değil.
Tüm Türk ve Kürtler için geçerli olan bir davranış biçimidir.
Gerek siyasette ve gerekse hayatın diğer alanlarında da Türk ve Kürtlerin aynı hataya düşmelerinin temel nedeni ise, farklılıklarını hesaba katamamalarıdır…
Türkler Kürtlerin kendilerini farklı bir ulus olarak tanımlanmalarına bir anlam veremiyorlar, Kürtler de Türklerin kendileri hakkında böyle düşünmelerine…
Örneğin Kürtler, Türklerin kemalistliğini anlamakta zorlanıyor, bir bütün olarak Türklerin de kendileri gibi anti-kemalist olmalarını istiyorlar. Türkler ise, Kürtlerin kemalizme olan karşıtlıklarını kavrayamıyorlar…
Oysa kimi ortak duygulara sahip olmak, ya da benzer ideolojileri savunmuş olmak, hayatın her alanında ortaklaşmayı beraberinde getirmiyor. Hele ki, aralarında biribirlerini şu ve ya bu yönde etkileyen ulusal sorun gibi bir sorun varsa…
Ben kendi adıma Türklerin sosyalistinden milliyetçisine, dincisinden liberaline kadar her kesimin son kertede kemalizme dayanmalarını normal karşılıyorum. Çünkü, Kürtlere göre doğru ya da yanlış olabilir, Atatürk Türkiye Cumhurriyeti’ni kurmuş ve korumaları için de kendisinden sonra gelenlere onu emanet etmiştir. Onlar da kutsal olarak gördükleri bu emaneti, zaman zaman kendi aralarında kapışsalar ya da birbirinden daha kötü korusalar da, yanlış ya da doğru, ne gerekiyorsa dün olduğu gibi, bu gün de onu yapmaya çalışıyorlar.
Türkler bunu yaparlarken, aldıkları emanetin korunması durumunda zarar görenlerin ya da görmüş olanların da, kendileri gibi aynı hassasiyetle davranmalarını bekliyorlar.
Diğer taraftan kurtuluşlarını, tüm Türklere emanet edilmiş olan cumhurriyetin parçalanmasında ya da onun yeniden yapıllanmasında gören Kürtler ise, kendileri gibi aynı ideolojiye, ya da aynı dine mensup olan Türklerin bu konuda farklı tutum sergilemelerine bir anlam veremiyor, hatta bu yöndeki tutumları karşısında hayal kırıklığına uğruyorlar.
Karşılıklı olarak yanlış düşündükleri için de, ister biribirleriyle savaşırlarken, ya da farklı sıfatlarla karşılıklı mücadele ederlerken, aynı hatalara düşüyor, içine düştükleri bu hataları sürekli olarak tekrarladıkları için de, her seferinde başladıkları noktaya bir süre sonra tekrar geri dönüyorlar…
Durum böyle cereyan edince de, ne Türkler Kürtleri alt edebiliyor, ne de Kürtler Türkleri yenerek özgürleşebiliyorlar…
Oysa Türkler ve Kürtler, Türkiye’de yaşayan farklı iki ulus.
Biri egemen, diğeri ise tüm değerleriyle yokedilmeye çalışılan bir halk.
Her ne kadar kimi ortak paydaları olsa da, bu, onların farklılıklarını ortadan kaldırmıyor.
Birinin lehine olan bir durum diğerinin aleyhine olabiliyor.
Demokrasi bile kimi şartlar altında birinin diğerine karşı kullandığı bir silaha döneşebiliyor…
Bu nedenle Kürtler eğer oynanan bu oyunda galip gelmek istiyorlarsa, rakipleri olan Türklerin benzer hamleleriyle değil, kendileri için en doğru ve de en uygun olan hamlelerle oyunu oynamaları gerekir.
Aksi takdirde benzer hamlelerle oynanan bu oyun, her defasında pata kalacak…
Böylelikle birbirlerine rakip olan Türkler ve Kürtler, karşılıklı olarak birbirlerinin hatalarını tekrarlarlarken, değirmen taşı gibi kendi etrafında dönen bir çarkın dişlileri gibi bir işlevi yerine getirecekler…
Tabi bu çarkın değirmen taşından tek farkı ise, dönmesi için su yerine taze kana ihtiyaç duymasıdır…
30.12.2012