Televizyon haberleriyle hiç aram yok.
Spikerin, sanki arkadan birileri kovalıyormuş diye bağırıp çağırmasına… Manşet haberin, sanki bomba patlatılıyormuş gibi ekrana defalarca yansıtılmasına… Neredeyse her haber ile ilgili bir uzmanın, moda deyimle „stratejist“in stüdyoda hazır ve nazır bulundurulmasına ve sözü alan stratejistin gerinerek, işkembeyi kubradan atmasına alerjim olduğu için televizyonun karşısına geçip, olup biteni izlemeye tahammul edemiyorum.
Tüm bu nedenlerden dolayı daha çok interneti kullanıyor ve günlük gazeteleri oradan takip etmeye çalışıyorum. Gerçi gazetelerin de televizyonlardan geri kalan yanı yok ya!..
Onlar da, „son dakika“ sistemini kullanmaya başladılar. Ne de olsa her televizyon kanalının bir gazetesi, ya da her gazetenin bir televizyon kanalı var. Anlayacağınız kaçma imkanınız yok. Televizyonda görmek istemediğinizi gazetede okumak, gazetede okumak istemediğinizi televizyonda duymak zorunda kalıyorsunuz…
Ayrıca, her ne kadar internet de seçici olma imkanınız olsa da, gazetelerin son dakika spotları, sizi yine kurdukları tuzağa çekiyor.
Ve hepsinin bu spotları veriş tarzı neredeyse hemen hemen aynı…
„Hain tuzak: 10 ölü, 70 yaralı…“
„Yine uzaktan kumandalı bomba: 5 ölü, 25 yaralı…“
„Alçakça saldırının tekrarı: 12 ölü, 52 yaralı…“
„Cephanelikde korkunç patlama: 25 ölü, yüzlerce yaralı…“
Bunları takiben alt spot olarak da;
„Daha bir hafta önce nişanlanmıştı…“
„Bir ay sonra dünya evine girecekti…“
„Yeni doğan çocuğunu bile göremedi…“
Bu acılı edebiyata biraz da sos katmak için, bu kez:
„Canilerin inlerine bomba yağdı, yüzlercesi etkisiz hale getirildi…“
„Mehmetçik, dağda terörist avında…“
„Jetler havalandı, tanklar yola koyuldu, en yüksek tepelere bayrak dikildi gibi…“
Halkın ne yaptığını mı merak ediyorsunuz…
Gecekondu mahallesindeki evinin önünde ay-yıldızlı bayrakları sallayan kalabalığın hep bir ağızdan attığı; „şehitler ölmez, vatan bölünmez“ sloganının etkisiyle şehit babası da çaresiz olarak söylediği; „bir oğlum gitti, diğer ikisi de feda olsun vatana“ oluyor.
Varoşlardaki bir caminin avlusunda, kara camlı gözlüklerin arkasına hem vicdanlarını, hem de insanlıklarını saklayan kalabalığın içinde neye uğradığını anlamaya çalışan küçücük bir çocuğun şaşkın bakışları ve annesinin; „oğlumu da polis babası gibi şehit olsun diye yetiştirecem“ sözleri…
En masum olanı ise, bir köy mezarlığındaki törenin ardından evlerine çekilen anne – babanın uzatılan mikrofona huzünle; „vatan sagolsun“ demek zorunda kalmaları…
Türkiye’de karşılaştığımız tablo, Fırat’ın öteki yakasında, yani Kürdistan’da da benzer bir şekilde tekrarlanıyor. Tek fark, taziye çadırlarındaki havanın bir devlet resmiyetinden yoksun oluşu ve gerilla yakınlarının; „vatan sağolsun“ deyişi yerine, „bila serok sağ be!“ deyişini kullanmalarıdır…
Şehit babası ol(a)mayanlar ise, oturdukları kahvelerde her iki tarafın kayıplarıyla ilgili hikayler anlatıp zaman geçiriyorlar…
Biri, „teröristlerin kayıpları daha fazlaymış, ama ortaya çıkmasın diye kendileri gömüyormuş“ diyor…
Yan masalarda oturan bir diğeri, „yanlarında taşıdıkları bir maddeyle yakıyorlarmış, izi bile kalmıyormuş cesedin“ diye destek çıkıyor komşusuna…
Karşı kahveden de benzer sohbetler edilyor.
En dipte oturan biri kısık bir ses tonuyla; „aslına bakarsanız kayıplar çok, hükümet basına sansür uyguladığı için tam rakamlar verilmiyor“ diyor…
Bir diğeri yine aynı ses tonuyla ve etrafı da kolaçan ederek; „işin içinde olan bir arkadaşım, kayıplar tam bilinmesin diye tabut yerine poşet kullandıklarını söyledi“ diyor ve somut bir örnekle olaya katkı yapıyor..
Başka biri söylediklerine biraz da gizem katarak; „asker kayıplarını gizlemek için, çatışmalarda öldürülen askerlerin cesetlerini, önce gizli bir şekilde Afyon’daki cephaneliğin yakınlarına getirdiler, ondan sonra da cephaneliği havaya uçurdular“ diyor ve günün kapanışını yapıyor.
Kürt ve Türk gençlerinin kanı üzerine kurulan savaş borsasının kapanış gongunu vururcasına, kendinden emin bir şekilde yumruğunu masaya vuruyor…
Evet, yanlış duymadınız, savaş borsası diyorum.
Çünkü bir tarafın kayıpları diğer tarafın kazançlı çıkmasına yol açıyorsa ve taraflar verdikleri kayıpların acılarını bir gün sonra karşı tarafla ilgili gelen kayıpların daha fazla olmasıyla avunup, acılarını unutabiliyorlarsa, bunun adı da savaş borsası olur…
Bilmeyenler için belirtmekte yarar var; borsada da güçlü oyuncular hiç bir zaman kaybetmezler. Kayıplar tabana, yani küçük hiselere fatura edilir, kazanç ise, tavana yansıtılır…
Kürt-Türk savaşına dönüşen 30 yıllık çatışmalarda da olan bu değil mi?
Her iki taraftan da şehitlerin tabutları, işçi ve köylülerin hanelerine…
Savaş borsasından elde edilen kar payları ise, bu „şikeli savaşı“ sürdürenlerin ceplerine…
Ne zaman mı son bulur?
Kaybedenlerle kazananların yer değiştrimeleri durumunda… bu da imkansız olduğuna göre, bizim payımıza düşen ise, daha çok son dakika spotları, kan ve gözyaşı…
19.09.2012