Beş ay önce yapılan seçimlerin sonucunu beğenmeyen muktedir bizi yeniden sandıkların başına dikiyor yarın. Muktedirin trolleri attığımız oyları çalmasın diye bütün sandık başlarında gene bekçilik yapacağız. Seçim sonrasında gene hırlılık hırsızlık tartışmalarının parçası olacağız. 7 kasımdakine benzer bir sonuç çıkarsa, hükümet kurulacak mı kurulmayacak mı yada kim kimle nasıl flörtleşecek, kim kimden iktidarın hangi ikbalini koparacak tartışmalarının içinde yeniden bulacağız kendimizi.
Tek başına AKP iktidarı ise daha derin kaygılara yol açacak bir çoğumuzda… Çünkü zıvanadan çıkmışlık hali politikaya egemen. Çünkü her tek başına iktidarlarından sonra, hepimizi kucaklayan balkon konuşmalarının ardından nelerin başımıza geldiğini kaç kez üst üste yaşadık ve korkumuz derinleşti. Sandık kurtuluş mudur? Demokrasi dört yılda bir gidip sandıkta oy kullanmak mıdır? türünden soruların lükse kaçtığı, entelektüel gevezelik kabul edildiği günlere geldik. Sandık demokrasisine bile uzak kalacağımız günlerin endişesini yaşıyoruz bir çoğumuz. O yüzden yarın ki seçimler önemli. Ama sandık başına gitmeden önce neleri görüp duyup bilmezden geldiğimizi de biraz hatırlamak mühim.
***
İlk hatırlatmalar:
İlk iktidarları döneminde –ki %34 oyla parlamentonun %66 sını ele geçirmişlerdi seçim barajı yüzünden- ülkenin mazlumlarının yanında yer alacaklarını söylediler. Cumhuriyetin kötülükleriyle hesaplaşacaklarından dem vurup önlerindeki en büyük engelin vesayetçi rejim olduğunu bas bas bağırıp bir çok liberali de peşlerine takarak ülkenin en değerli kurumlarını özelleştirdiler; duble yollar projesinden bahsettiler. Böylelikle bir yandan devletin yani dedelerimizin birikimini özel kişilere devrettiler öte yandan hala devredemediklerini daha sonra ticari ağlarla devredeceklerinin ipuçlarını verdiler. Kalkınma politikalarını enerji üretimi üzerine yapacaklarını söyledikleri gün, bu ülkenin derelerinin kurutulacağını, en değerli arazilerine nükleer santraller inşa edeceklerini deklere etmiş oldular ve çok geçmeden bu minvalde yaptıklarıyla da nasıl bir doğa düşmanı olduklarını, para için her şeyi tahrif edebilecek tıynetlerini ortaya koydular. Ama görmedik.
İkinci iktidar dönemlerinde biraz daha muktedirleştiler. AB nin desteğini daha fazla yanlarında hissettiler; 12 eylül faşizmiyle hesaplaşma sözü verdiler; öyle ki 12 eylül faşizminin en önemli simgelerinden olan 17 yaşlındaki devrimci Erdal Eren’in yaşının büyütülerek asılmasını dillerine dolayıp, 12 eylül faşizminin hiçbir şekilde dokunmadıkları insanlar olmalarına rağmen sanki o acıları kendileri çekmiş gibi miting alanlarında ağladılar, Ahmet Kaya’nın başına gelenlerden bile duygusal rant devşirdiler. En iyi bildikleri şey duygu sömürüsü yapmaktı. Bu noktada kutsal olanı pazarladılar ve hayatlarında dini konular dışında başka hassasiyeti olmayan yığınların dini hassasiyetlerinden rant devşirmek üzere dinci söylemleri pazara sürdüler. Dindar insanların, biraz rivayete dayalı biraz gerçek acılarını harmanlayarak (camiyi ahır yaptılar,baş örtüsüne el sürdüler, imam hatiplerimizi mahvettiler gibi) meydan meydan dolaştılar. Her meydanda, edebiyattan nefret eden insanlara edebi bir üslupla kahramanlık şiirleri okudular ve ağlak gözlerle atalarının aslında aslında hiç çekmedikleri acılarını çekmiş gibi piyasaladılar. Yetmedi bu ülkenin en sahici acılarını yaşamış; dar ağaçlarını tekmelemiş devrimci önderlerinin katledilmesinden bile rant devşirdiler. Solcu yamaklığından geçmiş ama gerçek anlamda hiç solculaşamamamış bir çok “solcu aydını”(!) peşlerine takarak bizleri demokrasiyi getireceklerine inandırdılar. Anayasayı filan değiştirdiler. Bu sıralarda bir yandan Yahudilerle nefret söylemi geliştirip öteyandan savunma işbirliği anlaşması imzaladılar. Yalana her geç gün daha fazla bulaşmış sözcüklerle konuştular. Ama yalanlarını duymadık.
Üçüncü dönem iktidarlarında epey palazlandırdıkları “dinci/yandaş sermayeyi” ve ona bağladıkları geniş bir medya grubunu arkalarına aldılar ve artık pervasızlığın ötesine taşıdılar kendilerini. Ortadoğunun kanla sulanan topraklarının bir parçası olmayı bile göze aldılar. Büyük çıkarlar için yaptıklarını gizlemek üzere daha büyük yalanlara baş vurmaları gerekiyordu; vurdular. Gündelik hayatın her alanına saldırdılar ve Taksim’de gençlerden başlayarak ülkenin her yanına yayılan Haziran direnişiyle karşılaştılar. Büyük yalanlarına tam da bu dönemde saldırdılar; “camide içki içtiler dediler” yalan çıktı. Böyle bişey görmedim diyen imamın hayatını cehenneme çevirip oradan oraya sürdüler. “Beşiktaş’ta, bedenlerinin üstü çıplak elleri zincirli eldivenli kalabalıklar başörtülü bacılarımızın üzerine işediler” dediler. Bu fantezi ruh hali sürrealist filmlere konu olacak kadar absürttü ama her tür fanteziyi bilinçlerinin karanlık köşelerinde saklayan ortalama insan kalabalığı bu fanteziye de inandı. Allah bilir kendi fantastik dünyalarından bu sahneyi daha da derine götürdüler.
Gençlerin Taksim’de başlayan ve ülkeye yayılan direnişinin yarattığı büyük korkuyu büyük yalanmlarla bastıramayınca, Taksim’i de Diyarbekir’e çevirdiler. Taksim’de yada başka bir metropolde devletin açık şiddetiyle bu kadar net biçimde yüzyüze kalan “kentli insan”, ilk kez Kürt illerinde yaşayanların acısına empati yapabildi; “bu devlet burada bunu yapıyorsa kim bilir oralarda neler yapmıştır” diyebildi ve Kürtle hemhal oldu. Bu hemhallik durumu, zorbanın korkusunu derinleştirdi ve önceden gizli kapaklı yürüttüğü Kürtlerle barış görüşmelerini açıktan yürütmeye başladı. Böylelikle zulme karşı verilen ve giderek ortaklaşılan cephede bir gedik açmayı başardı. Lakin o sıralarda başka bir şey oldu. Düne kadar biat ettikleri Pennsylvania’daki ağlak hocalarının 17 ve 25 aralık 2013de operasyonuna maruz kaldıklarını iddia ederek, o güne kadar her şeyi beraber yaptıklarını söyledikleri yol arkadaşlarının ihanetinden bahisle yeni bir komployla karşı karşıya kaldıklarını savladılar ve mazlumu yeniden oynadılar. Bu süreçte, zorbanın dili de daha keskinleşti; inlerden, haşhaşilikten dem vurmaya başladı. Birlikte yürüd(ttük) ükleri “Hocaefendiye” ve taifesine demediklerini bırakmadılar. Sadece demekle de kalmayıp, daha düne kadar vesayetçileri beraber temizleme yemini etmiş ortaklar olarak birbirlerini yemeye koyuldular. Operasyon, ordudan paralelcilere çevrildi. İçerden ihanete uğramışlığın derin hayal kırıklığı öfkeyi derinleştirdi.
7 haziran 2015 seçimlerinde “seni başkan yaptırmayacağız” sloganıyla parti olarak ilk kez seçimlere katılan HDP ve onu destekleyen demokratik sol cephe ve belki az sayıda vicdanı hala körelmemiş “muhafazakar” AKP nin tek başına iktidarını al aşağı etti. Başkanlık hayalleri suya düşen muktedir için çok ağır bir darbe oldu bu ve göstermelik barış dili hızla yerini terk etti. Gerçek anlamda yeniden özlediği kelimelere kavuşan muktedirin dilinde arzusuna tekabül eden bir kelime uzun süredir saklandığı kovuğundan çıkarak gelip yerli yerine oturdu: savaş!!!!!!
Yarın yapılacak seçim, savaş dilinin ve savaşın yaratacağı bütün kötülüklerin bu topraklarda yeniden canlanıp hepimizin bu kötülükten pay almasını mı, yoksa zorbaların biraz daha saklandıkları yerde kalmalarını mı istediğimizle ilgili bir seçim olacak.
.