Türk Devleti’nin doksan yıllık tarihi Kürtler için üç önemli döneme tekabul eder.
Bunlardan birincisi, 1924-38 arası isyanlar dönemi.
İkincisi, 1938-60 arası derin bir sessizlik dönemi.
Üçüncüsü ise, 1960 sonrası yeniden şekillenme ve mücadeleye başlama dönemi.
Bu üç dönem esas alınmadan, koşulları çok iyi bir şekilde irdelenmeden, bugün karşımıza çıkan kimi sorun ya da açmazlara doğru bir yanıt da verilemez. Çünkü her üç dönemin de kendine özgü koşulları ve bunları belirleyen aktörlerin Kürtlerle ilgili tasarımları, gelecekleriyle ilgili plan ve programları var.
Kürtlerin red ve inkarıyla başlayan birinci dönem, farklı bölgelerde ortaya çıkmakla birlikte, birbirini takip eden isyanlarla devam etti. Şêx Seîd isyanıyla başlayan ve Dersim isyanıyla sona eren bu dönemde, devlet her türlü zorbalığa başvurdu, birçok bölgede toplu katliamlar yaptı ve Kürdistan’a tümüyle hakim oldu.
Kürtler ise bu dönemde peşpeşe yenilgiler yaşadılar, yalnızlaştılar, ruhsal olarak devletten koptular…
Kürtlerin sessizlik dönemi olarak adlandırabileceğimiz ikinci dönemde, Kürtlerin devlet ile olan münasebetleri, zorunlu ilişkilerle sınırlı kaldı. Devletın hakim olduğu sınırlar içerisinde yaşamalarına rağmen, devlet ile aralarına kalın bir duvar ördüler, kendi içlerine kapandılar…
Buna karşın devlet bu kez farklı araçlarla Kürtlere yaklaşmaya başladı. Sınır bölgelerden başlayarak iç kesimlere doğru yaygın bir asimilasyon politikasıyla onları, köklerinden koparmaya, Türkleştirmeye çalıştı.
Aynı dönemde Avrupa ülkeleri arasında başlayan ve dünya savaşına dönüşen ikinci savaş sona ermiş. Dünya iki kutup arasında adeta paylaşılmıştı.
Bir tarafta Sovyetlerin başını çektiği „sosyalist sistem“, diğer tarafta ise ABD’nin liderliğini yaptığı kapitalist sistem.
Bu iki sistemli dünyanın bir izdüşümü olarak, kapitalist blokta yeralan tek tek ülkelerde de bir kutuplaşma başladı.
Bir taraftan sosyalist sistemin merkezi olan Moskova’yı kıble olarak belleyen, en sıradan bir sorunun çözümünü bile kutsadıkları kıblenin gelecekteki çıkarlarına endeksleyen sol bir anlayış, bir taraftan da solun bu yeni kıblesini düşman olarak gören, her sorunun temelinde Rus parmağını arayan toplumdaki egemen ve sığ anlayış…
Böylesi bir süreçte, Türkiye’de çok partili sisteme geçişle birlikte, diğer muhalif kesimler gibi Kürtler de derin uyukullarından yavaş yavaş uyanmaya başladılar. 1938’lere kadar ki isyanlarda önemli rol oyanyan aşiret ve dini tarikatların kimi mensupları, Demokrat Parti’nin saflarında yeraldılar. Kimileri milletvekili, kimileri de yerel düzeyde belediye başkanı ya da meclis üyesi olarak seçildiler.
Buna karşın daha çok İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde okuyan Kürt öğrenciler ise, tüm dünyayı kasıp kavuran değişimin de etkisiyle, sınıfsal temelde örgütlenen Türk sol parti ve örgütlerinin içinde yeraldılar. Hatta sol anlayışları gereği, Demokrat Parti karşıtlığı temelinde, Kürt halkına yönelik katliam uygulayan kemalizmle belli ölçüde ortaklaştılar, kemalizmin yeniden hakim güç olması için çaba harcadılar. Kemal Burkay’ın deyişiyle, Türk Ordusu meşru bir iktidara karşı darbe yaparken, onlar solcu arkadaşlarıyla birlikte, sokaklarda ve üniversite kampüslerinde; „Yaşa İsmet Paşa“ diye slogan atıp, 27 Mayıs darbesini selamladılar.
Çok partili sistemle birlikte Kürtlerin geleneksel kesimi DP, ardından AP, MSP ve bugünde AKP’de yeralmakla Türkiyelileşme sevdasına kapıldı.
Sol bir anlayışla siyaset sahnesine çıkan eğitimli Kürtler de, Türk sol hareketlerinin yedeğine alınmakla Türkiyelileşma hastalığına yakalandılar…
12 Mart dönemine kadar Türk solcularıyla kol kola yürüyen solcu Kürtler, muhtıra sonrası dönemde ayrı örgütlemeyi tercih etmekle beraber, eski örgütleriyle olan ilişkilerini, alışkanlıklarını yeni örgütlerine de taşıdılar. Hatta kimileri kendi çevrelerindeki Kürtlere liderlik yaparlarken, aynı zamanda eski Türk sol örgütleriyle olan bağlarını, uzun süre sıradan birer üye olarak devam ettirdiler.
Kürdistani bir eksenden hareketle ayrı örgütlenmeye gitmelerine rağmen, daha çok sınıf esasına dayalı bir anlayışla hareket ettiler. Bu nedenle kendileri gibi Kürt orijinli örgütlerle ittifak yapma arayışı yerine, kendilerine yakın Türk sol örgütlerle ortaklaşmayı esas aldılar. Her biri uzun bir süre, bir nevi Türk sol örgütlerinin Kürdistan şubeleri olarak işlev görmelerinin doğal bir sonucu olarak; „Sosyalist olmayan bir Kürdistan’ı istemiyoruz“ deme noktasına gelmekle, Kürtlerin kaderini Türkiye’de ne zaman olacağı belli olmayan sosyalist bir devrime endekslediler.
Ayrı örgütlenmelerine rağmen, her türlü milliyetçilikten ne kadar uzak olduklarını Türk yoldaşlarına ispatlamak adına, Kürt halkının özgürleşmesi uğruna hayatını ortaya koyan, yıllarca dağlarda savaşan, ancak kendileri gibi sosyalist olmayan Barzani’ye küfür etmek için birbirleriyle adeta yarıştılar.
1990’lı yıların başında kutsadıkları kıblenin yıkılmasıyla, Türk yoldaşları kıblesizlikten yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlarken, onlar, kısmen de olsa köklerine dönmekle, yaralı bereli bir şekilde hayatta kalmayı başardılar.
Bu dönemde kurdukları legal partilerde, derneklerde çoğunlukta olmalarına rağmen ayazda kalan eski yoldaşlarını getirip başlarına lider olarak geçirdiler…
Devlet onları Kürt, kurdukları partileri de Kürt partileri olarak adlandırmasına rağmen, onlar ısrarla Türkiye partisi olduklarını devlete ispatlamak için yemin billah ettiler.
Son 10 yılda devleti yönetenler değişti, devletin kendisinde bir dönüşüm yaşandı, ama Türkiyelileşme hastalığına müzdarip olan Kürtler, eski huylarından bir türlü vazgeçemiyorlar.
Neymiş efendim, Kürtlerin özgürleşmesi için Türklerin rızasını almak gerekiyormuş.
Siz Kürtlerin rızasını aldınız mı ki, sıra Türklerin rızasını almaya gelmiş olsun.
Kaldı ki, Türklerin rızasını almak için dahi, öncelikle daha çok Kürdistanileşmek ve Kürt halkının bir bütün olarak desteğini almak gerekiyor.
Örneklemek gerekirse, BDP’nin gerek devlet nezdinde ve gerekse Türk halkı nezdinde bugün bir itibarı varsa, bunun nedeni, BDP’nin Ertuğrul Kürkkçü’yü, Sırrı Süreya’yı baştacı etmiş olması değil, Kürdistan’daki temsil gücünün bir sonucudur.
Mümtaz’er Türköne bile bugün; „Kürtler bağımsız devlet kurma isteklerini de açıkça söyleyebilmelidirler, çünkü bir millet olarak bu onların hakkıdır. Buna karşın Türkler Kürtlerden ayrılmak istemiyorlarsa, eşitlik temelinde birlikte yaşama konusunda Kürtleri ikna etmelidirler“ diyor…
Buna rağmen sol bir virüsle Türkiyelileşme hastalığına yakalanan Kürtler, yaşanan değişimi bir türlü yakalayamıyor, hala aynı telden çalmaya devam ediyorlar…
Oysa Kürtler Kürdistanileştikleri ölçüde hem müzdarip oldukları bu hastalıktan kurtulur, hem de Kürt halkı nezdinde daha çok itibar ve güç sahibi olabilirler…
Çünkü tercih edilen çözüm yöntemi ne olursa olsun, ister federasyon, ister demokratik özerklik ya da yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, her halükarda başarının önkoşulu, Kürtlerin çoğunluğunun destegini alan bir güce sahip olmakla mümkündür. Bunun yolu da İstanbul, Ankara ya da İzmir’den değil, başta Diyarbakır olmak üzere Kürdistan’ın şehir, kasaba ve köylerinden geçer..
Sonuç olarak demem o ki; çare, Türkiyelileşmede değil, daha çok Kürdistanileşmede dir…
06.12.2013