Bir kaç yıl önce de bu konuda bir yazı yazmış ve epey tepki almıştım. Aradan epey zaman geçmiş olmasına rağmen o yazıda belirtmiş olduğum düşüncelerimi hala koruyor ve bugün de bir Kürt aydın tabakasından bahsedilemeyeceğini belirtmek istiyorum.
Eğer birileri günümüz koşularında okur yazar olmayı aydın olmakla eşdeğer görüyorsa, buna da sadece saygı duyarım…
Kürtlerde henüz aydın tanımına uygun birileri ortaya çıkmamışsa, bunun çokça nedeni vardır.
Bunlardan bir tanesi, Kürtlerin yüzyılardan beri baskı ve zulüm altında yaşamış olmaları sonucu, devletin uyguladığı politikalar ise, bir diğer nedeni de bu gün Kürt toplumunda belli bir güç ve otoriteye sahip olan PKK ve diğer illegal örgütlenmelerin geçmişten günümüze genel olarak okur-yazar kesimlere karşı sürdüregeldikleri tutum ve yaklaşımlarıdır…
Bu iki önemli neden dışında kuşkusuz inanç, yetişme tarzı, ekonomik ve sosyal koşullar gibi daha birçok neden sıralanabilir..
Osmanlı dönemini bir tarafa bırakırsak, cumhurriyet dönemi Kürtler için heryönüyle karanlık bir dönemdir…
Kürtler bir taraftan red ve inkar edilirlerken, diğer taraftan da toplu sürgün ve katliamlara tabi tutuldular…
Geriye kalanlar, genel olarak en ilkel koşullarda yaşamaları için kaderleriyle başbasa bırakılırlarken, okuma imkanı bulanlar ise köklerinden uzaklaşmaları için ciddi bir asimilasyon politikalarına tabi tutuldular.
Dolayısıyla bilmedikleri bir dille başladıkları okuma serüvenlerine sahip olan Kürtler, birer aydın olarak ortaya çıkmaları bir yana, içinden geldikleri toplumun her türlü değerlerine bile yabancılaştılar…
Devletin okullarında okuyup ta geldikleri toplumla bağlarını koruyan ve hak arama talebinde bulunan kesim ise, devlete karşı geliştirdikleri örgütlenme modelleriyle devletin kendilerine uyguladıkları kimi yöntemleri, bu kez kendileri başkalarına uygulama yoluna gittiler…
Özellikle 60’lı yıllardan sonra okur-yazar Kürtler tarafından oluşturulan örgütler, esinledikleri modelin eşitlikçi mantığı sonucu okur-yazar olma ayrıcalığını bile bir zaaf olarak değerlendirip, sıradan birer millitan görünmeyi ve davranmayı bir meziyet olarak gördüler…
Kendileri gibi düşünmeyen en yakın arkadaşlarını bile küçük burjuva özentisine yakalanmış hasta bireyler olarak değerlendirirlerken, kendileriyle kolkola girmeyen, katı ve stalinist örgütlerde yeralmayan benzerleri için ise, „hayin“, „düşkün“, „kaçkın“, „lumpen“ gibi bir çok sıfat yakıştırdılar…
Özgürlük, eşitlik ve adalet gibi istemlerle yeraltı siyaset sahnelerinde yer alan ve büyük çoğunluğuyla okur-yazar olan Kürtler, kurmuş oldukları örgütlerin, belli bir toplumsal tabana dayanmasıyla daha da otoriterleştiler.
Bir halkın kurtuluşunu esas almalarına rağmen, pratikte kendilerini salt bir sınıfla özdeşleştirerek, zamanla o sınıfın dışındaki toplumun diğer tüm katmanlarıyla mücadele eder duruma geldiler…
Kendilerini vareden değerlere yabancılaştılar, işcı sınıfı ideolojisi adına geliştirdikleri ilginç teoriler sonucu örgütlü olan herkesi aydın olarak tanımlarlarken, aydın olmanın önkoşullarından biri olan okur-yazarlığı neredeyse bir dezavantaj olarak gördüler…
Sovyet modelinin yıkılmasıyla birlikte bu örgütlerin çoğu da aynı yolu izlerken, varlıklarıyla yoklukları farkedilmeyen bir iki örgüt dışında, geriye sözkonusu mirası daha kaba bir biçimde yaşatan ve bir o kadar da güç ve otorite sahibi olan PKK kaldı.
Modelin kabaca tarifine göre aydın, ezilenden (siz işçi sınıffı diye okuyun) yana ve de örgütlü olmak zorundaydı….
Kürtlerde de en büyük ve de en savaşçı örgüt PKK kalınca, bir Kürdün de kendini aydın olarak adlandırması için ya PKK’li olması ya da PKK’nin her yaptığına alkış, yöneticilerine de boyun eğip saygıda kusur etmemesi gerekirdi…
Bu nedenledir ki, daha çocuk yaşta iken okuduğum „Avukatsız Halk“ adli kitabın yazarı olan rahmetli İsmet Şerif Vanlı’yı kendimce bir Kürt aydını olarak tanımlamış, üstelik Avrupa görmüş, Avrupa’nın sanat, kültür ve felsefesiyle de tanışmış olmasını , onu normal aydından da farklı kılan ayırdedici bir özellik olarak değerlendirmiştim.
Ancak aradan yirmi yıl sonra benim aydının hası olarak örnek gösterdiğim Vanlı, Abdullah Öcalan ile olan bir sobetinde, „Başkanım beni siz yeniden yarattınız“ derken, kafamdaki aydın tanımını da paramparça ediyordu…
Aynı dönemlerde modern Kürt denilince herkes gibi benim de ilk aklıma gelen isim Yaşar Kaya olurdu…
Eğer her okur yazar olanı aydın olarak kabul edersek, hiç kuşkusuz modern Kürt aydını denilince de akla Yaşar Kaya gelirdi…
Peki o ne yaptı?
Bekaa’da bir ağacın altında biraraya gelen Kürt ileri gelenlerin(!) huzurunda, Abdullah Öcalan ayağına geçirdikleri plastik terliklerle, elini de arkasında birleştirip volta atarken, modern aydının simgesi olarak gördüğüm Yaşar Kaya da, ayakta el pençe durmuş, boynu bukuk bir şekilde söylenenleri uysalca dinliyordu…
Başka bir örnek olan rahmetli Melik Fırat hem aristokrat bir aileden geliyor, hem de ilmi ve dini bilgileri tam olan bir şahsiyetti. Melik Fırat, Kürt toplumunda dini terminolojideki aydın kavramına denk gelen münevver sıfatına en fazla layık olanlardan biriydi. O da aynı yılarda Özgür Gündem’deki bir yazısında „Allah’ın bir adı da Öc alandır“ diyor ve münevverlik sıfatını hak etmek için „başkanına“ en iyi bildiği alandan methiyeler diziyordu…
Yine eğer „örgütlü aydın“ denilen bir aydın tanımı varsa, kuşkusuz bu tanıma en uygun kişi olarak Kemal Burkay olurdu…
Üstelik Burkay sıradan bir örgütlü de değil, yıllarca illegal bir örgütün başkanlığını yaptı. Kendi isteğiyle bırakınca örnek gösterildi… Bugün ise, kendisini örnek gösterenleri mahçup edercesine 80’nin de, bu kez legal bir örgüte başkan olmak için gün sayıyor…
Peki o ne yaptı?
Halkın deyimiyle, birgün kanlı-bıçaklı olduğu Abdullah Öcalan’dan bir davetiye alınca, zaman kaybetmeksizin yola koyulup soluğu Bar Eilas’da aldı. O da aynı karede görünmek için yıllarca ajan, pravaktör olarak suçladığı „başkan“ ile kolkola girerek, kameralara hayatının en güzel gülümseyen pozunu verdi…
Orhan Miroğu ve trajedisine gelince…
Orhan Miroğlu’nun Taraf yazılarını zevkle okuyordum. Kürt aydını ve trajedisi başlıklı yazılarının bir ve ikincisini okudum. Taraf’tan ayrılınca üçüncüsünü okumak nasip olmadı…
Kendisini aydın olarak tanımlayan ve kendi şahsında PKK kaynaklı aydın trajedisinden bahseden Miroğlu’nun aydın serüveni ne kadar devam eder, göreceğiz…
Doksanlı yılardan itibaren o da aydın sıfatını haketmek için aynı yolu izlemiş ve aradan yıllar geçtikten sonra dumeni farklı yöne kırınca yaşadığı trajedinin farkına varmıştı…
Miroğlu’dan bahsetmem, bu yazıyı yazmama neden olduğu içindir. Eğer o Kürt aydını ve trajedisini yazmamış olsaydı, ben de bu yazıyı yazmamış olacaktım…
Çünkü ben Kürtlerin beşeri dünyasını da tıpkı yaşadıkları coğrafya gibi hala çorak buluyorum.
Nasıl ki o topraklarda hala ot ve buğdaydan başka bir şey yetiş(e)miyorsa, Kürt toplumunda da daha aydın çıkmadı, bu gidişle de çıkmaz…
O nedenle aydın tanımına belki de en yakın olan ve üstelik kendi alanlarında da örnek olan dört kişinın yaşantısından birer kesit sundum…
Gerisini okurlara bırakıyorum…
07.09.2012
firataras@navkurd.eu