Baskı ve zulmün egemen olduğu toplumlarda, baskıya uğrayan, zulüm gören mazlum kesimlerin ortak düşmanları olan zalimlerden kurtulmaları için yapmaları gereken tek şey, farklılıklarını korumak şartıyla ortaklaştıkları paydalarda bir araya gelmeleridir. Ortak düşmanın alt edilmesiyle, ortaklardan birinin zalime dönüşebilme ihtimali olsa bile…
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra iki kesim mağdur edildi. Bunlardan birisi, sunni ve alevisyle Kürtler, bir diğer de Türk dindar kesimiydi.
Cumhuriyeti’i kuran kadrolar, iktidarlarını sağlam bir zemine dayandırana kadar bu her iki kesimle de iyi geçinmeye çalışarak, onların desteğiyle Osmanlı saltanatını sona erdirdiler. Çünkü hedefledikleri amaca ulaşmak için toplumun tüm kesimilerinin desteğine ihtiyaçları vardı.
Ne zaman ki ayaklarını sağlam bir zemine oturttular, o zaman işler değişmeye başladı. Bu kez sırasıyla önce Kürtleri, bölücü, şakî diye hedef tahtasına yerleştirdiler, ardından da eski rejimi geri getirmeye çalışıyorlar diye, Türk dindarlarını. Bu her iki kesime yönelik baskı, zulüm ve sindirme politikaları uzun yıllar devam etti.
Kemalistler red ve inkar politikasıyla Kürtleri yoğun bir asimiliasyon politikasına tabi tutarak, onları tez elden Türkleştirmeye çalıstılar, köklerinden koparmak için seferber oldular.
Kürtleri kıyımla, sürgünle bertaraf eden Kemalist rejim, bu kez kendileri gibi düşünmeyen, rejimin geleceği için hep potansiyel bir tehlike olarak gördüğü dindar kesime yöneldi. Kürtler kadar olmasa da, onlar için de idam sephaları kuruldu, kanat önderleri hapsedildi, sürgüne tabi kılındı.
Her iki kesim de kamusal alanın dışına itildi, onlar, sınırları kalın çizgilerle belirlenen dar birer alana sıkıştırıldılar.
Böylelikle Kürtler ancak oturdukları köy evlerinde ve çalıştıkları tarlalarında kendi anadilleriyle konuşabilecek ve türkülerini söyleyebileceklerdi, dindarlar da dini yaşam tarzlarını ancak cami avlularında sürdürebileceklerdi…
Bu durum çok partili siteme geçiş olan 1950’lere kadar devam etti.
Çok partili sisteme geçişle birlikte, bu iki kesim arasında kediliğinden de olsa, birlikte hareket edebilecekleri ortak bir zemin oluştu. Bu ortak zemin, CHP’nin bağrından çıkan, ancak CHP’ye rağmen halkın desteğiyle iktidarı devralan Demokrat Part saflarıydı. Bu nedenle her iki kesimin kanat önderleri, kendilerine bir yer edinmek için DP’yi desteklediler, seçimlerde bu partiden aday olup, çevrelerindeki insanlardan kendilerine oy vermelerini istediler.
Kemalist rejimin koruyucuları, kaybettikleri iktidarlarını yeniden ele geçirmek için plan ve program yaparlarken, DP’yi kuran kadrolar ise, kemalizmle hesaplaşmayı göze alamadıklarından bu fırsatı yeteri kadar değerlendiremediler. Sonuçta gelen darbe karşısında kendilerini dahi korumayarak, mazlumlarla aynı kaderi paylaştılar.
Özellikle 1960’lı yıllarda Kürt çoğrafyasındaki kimi gelişmelerin de etkisiyle Kürt kesiminde yeni bir kuşak ortaya çıktı, rejimi sorgulamaya başladı. Ancak, bunlar da daha çok sol ve solculuk adına hareket ettikleri için ulusal kimliklerini hep tali planda tuttular. Kürt sorununun çözümü için farklı hedefler ortaya koymakla birlikte, solculuk ya da demokratlık temelinde ittifak arayışlarına girdiler. Bunun için zamam zaman kemalizmin siyasi mirasçısı olan CHP’yi bile desteklediler.
Böylelikle demokrasi, sol ve solculuk adına kemalizmin doğal bir muttefiki durumuna gelerek, kendileri gibi düşünmeyen toplumun diğer kesimlerini gerici, feodal olarak tanımlamakla, mazlumlar arasında doğabilecek bir ittifakın önünü de kesmiş oldular.
Kürtlerin bir kesimi solculuk adına kemalizmle buluşurken, dindar kesim de Türk-İslam Sentezi adı altında geliştirilen politikanın etki alanına girdi. Ümmetçilik anlayışından uzaklaşıp, milliyetçı bir çizgiye kaydı. Böylelikle kemalizmin mağdurları olan Kürtler sol siyasetle, dindarlar da milliyetçilikle kemalizmin doğal ortakları haline geldiler. Bu durum 12 Eylül darebesine kadar devam etti.
12 Eylül darbesiyle Kürtler, 28 Şubat post-modern darbesiyle de Türk dindar kesimi kemalizmden uzaklaşmakla birlikte, ortak bir paydada buluşamadılar.
Bunun elbette ki bir çok nedeni var.
Bunlardan en önemlisi, bir çok konuda ortaklaşan tabana rağmen, her iki tarafı temsil eden siyasi aktörlerin, ideolojik ve inançsal kaygılardan hareketle, birbirlerinden uzak durmalarıydı.
Gelinen aşamada ise, gecikmeli de olsa bu iki mazlum kesimin biraraya gelebilme zeminini yaratan, hiç kuşkusuz AKP’nin 10 yıllık iktidarıdır. AKP bu 10 yıllık süre içerisinde, kendisi gibi düşünmeyen, yine kendisi gibi geçmişte zülme uğrayan kesimlerin desteğini alarak, rejim üzerindeki kemalist vesayete karşı mücadele etti ve bu konu da ciddi bir mesafe de aldı.
Alınan bu mesafenin yasal bir koruma altına alınabilmesi için yine kemalizimden zarar görenlerin desteğine ihtiyacı var. Bu desteği AKP’ye sunabilecek tek kesim ise Kürtlerden başkası değil.
Eğer siyasi temsil gücü olan Kürtler, önder olarak kabul ettikleri Öcalan’ın kendilerine ve de devlete sunmuş olduğu yol haritasına göre hareket edip, AKP ile bir ittifak oluştururlarsa, yeni bir anayasayla Kürt sorununun nihai çözümü dahil olmak üzere, tüm toplumsal sorunların çözümü önündeki engelleri birer birer ortadan kaldırabilirler.
Salt anayasayı değiştirmekle, ya da Erdoğan’a Başkanlık yolunu açmakla Kürt sorunu çözülür mü, elbette ki hayır. Ancak sorunun çözümü önünde kale gibi duran duvarlar tek tek yıkılmış olur. Bu duvarların devrilmesiyle her iki tarafta da var olan, ancak şu ve ya bu nedenden dolayı sesi soluğu duyulmayan başka siyasi aktörlere de bir alan açılmış olur.
Bu nedenle, dökülen onca kan ve gözyaşına rağmen 100 yıllık bir geçikmeyle de olsa, „mazlumların buluşması“ olarak adlandırılabilecek Erdoğan-Öcalan ya da AKP ve BDP’nin ortak bir paydada buluşması önemlidir.
„Bu buluşma, benim istediğim şekilde sorunumu çözmüyor“ diye itirazı olan Kürtler varsa, öncelikle yapmaları gereken tek şey, yeni süreçte salt sözle değil, sözlerini anlamlı kılan birer siyasi aktör olarak sahneye çıkmalarıdır.
Benim böyle bir gücüm de, iddiam da yok. Ayrıca Erdoğan ile Öcalan’ın birlikte oluşturdukları yol haritasını da yeterli bulmuyorum. Bu yol haritasının sonucunda Kürt sorunu da nihai çözüme kavuşmuş olmuyor.
Ancak geciken bu buluşmayla, 30 yıllık savaş sona erer…
Her iki taraftan da akan kan durur, annelerin döktükleri gözyaşı diner…
Kemalizmin aşınmasıyla, başta Kürt sorunu olmak üzere diğer toplumsal sorunların çözümü için demokratik bir zemin oluşur…
Salt bu üç nedenle de olsa bu buluşmayı önemsiyorum…
Umarım bu da bir derin kazaya uğramaz…
12.03.2013