Siyasal partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Yeraldıkları sistemdeki, temsil güçleri, dayandıkları tabanın genişliğiyle paralel orantılıdır.
İktidar ya da iktidar alternatifi olmaları, yine temsil ettikleri tabanın duyarlıkları doğrultusunda politika üretmelerine bağlıdır.
Temsil gücünden yoksun olan partilerin oluşturduğu siyasal sistemin adı demokrasi olsa da buna ancak vesayet demokrasisi denebilir.
Günümüzde buna en iyi örnek „Türkiye demokrasisi“ ve Türk siyasal partileri gösterilebilir. Çünkü Türkiye’deki siyasal partiler halktan aldıkları güçlerini kullanacaklarına, kışlanın pozisyonuna göre hareket ediyorlar. Onlar için belirleyici olan, dayandıkları tabanın istem ve talepleri yerine kışladaki komutanların emir ve istemleridir.
Böyle olunca da siyasal partiler birer kulüp, oluşturdukları siyasal sistem de „vesayet demokrasisi“nden ibaret kalıyor.
1990’lı yıların başlarında yeni yeni kurulan ve bu vesayet rejiminde boy gösteren Kürt orijinli partiler, farklı bir söylemle ortaya çıkmalarına rağmen, gerek örgütlenme modeliyle ve gerekse olaylara bakış açıları itibariyle, kopup ayrıştıkları partilere hızlı bir şekilde benzeşmeye başladılar.
Dayandıkları tabana göre kendilerini tanımlama yerine, „Türkiye Partisi“ olma ısrarını bıkmadan usanmadan yineleyip durdular. Oysa bu ısrarlarında ne inandırıcı ne de kabul gördüler.
Bu ısrarı sürdürdükçe hep yalpaladılar ve ne İsa’ya ne de Musa’ya yarandılar.
Aynı hatayı bugün Kürt açılımı konusunda da sergiliyorlar.
Temsil gücü olmayan partilerin sessiz ve eylemsiz kalmaları ve devletin verdikleriyle yetinmelerini kısmen de olsa doğal karşılamak gerekir, çünkü söyleyecek sözleri olsa bile harekete geçebilme güçleri yok. Ancak aynı şey DTP için geçerli değil. Çünkü DTP’nin arkasında milyonlarca Kürdün oyu ve desteği var.
Onlar ne yapıyor?
Israrla bu konuda muhatap olmadıklarını ve temsil gücünden yoksunluklarını avazları çıktığı kadarıyla bağıra çagıra söyleyip duruyorlar.
Mesela Aysel Tuğluk bir milletvekili olarak, devletin Kürt açılımı konusunda; „Siz PKK ve Öcalan’ı muhatap almazsanız, DTP’nin misyonu buna yetmez” diyor.
Peki devleti temsil edenler yarın kalkıp deseler ki; „Madem sizin gücünüz ve misyonunuz yok, o zaman siz oylarıyla seçildiginiz kitleyi de temsil edemezsiniz“.
Buna cevapları ne olur merak ediyorum.
Ahmet Türk; „DTP, PKK’nin siyasi kanadı değil“ diyor ve devlete şöyle sesleniyor; ‚Bu bir pazarlık, devlete bir mesaj değil. Biz bu işin realitesini bildiğimiz için devlete uyarı yapıyoruz. Geniş olun, akıllı olun, müzakereci olun‘.
Güzel de, kiminle.
Eğer müzakerenin taraflarından biri olarak kendini görmüyorsan orada işin ne…
Oysa siyaset sadece temsil gücünü değil, cesaret ve akıllıca davranmayı da gerektiriyor.
DTP’liler ısrarla PKK ve Öcalanı adres gösterceklerine, kendilerini PKK’nin siyasi kanadı olarak tanımlarlarsa, ki dayandıkları taban itibariyle de öyledir, dolaylı da olsa bu söylemlerini pratikte daha kolay gerçekleştiremezler mi?Parlamentoda varolma nedenlerinin bir gereği de bu değil mi?
Kişilikli bir siyasi duruş bunu gerektirmiyor mu?
Üzülerek belitmeliym ki, DTP’liler bu söylemleriyle sadece devletin elini güçlendiriyor ve sürecin dışına itilmelerine neden oluyorlar.
Bunun içindir ki, her seferinde sağ yanaklarından devletin, sol yanaklarından da PKK’nin tokadını yiyip bir sağa, bir sola savrulup duruyorlar…
09.09.2009