Tam olarak bilmiyorum ama, günlük gazeteleri okumaya başladığımdan beri Çetin Altan’ın köşe yazılarını takip ediyor ve yazdıklarını her zaman zevkle okuyorum.
Onun yazılarından aldığım tad, yazılarında işlediği konular kimi zaman günlük sorunlardan uzak olsa da, kimi düşüncelerine katılmasam da, hiç bir zaman değişmiyor…
Salt bu nedenle kimi zaman çevremdeki insanlarla tartışmışlığım da, onların eleştirilerine maruz kalmışlığım da olmuştur.
Neymiş efendim, Çetin Altan yazılarında Kürt sorununa hiç değinmiyormuş…
Aynı zamanda Türklerin de başat bir sorunu olan bu sorunu, hep es geçiyormuş…
Devletin şimşeklerini üzerine çekmemek için hep uzak duruyormuş vs…
Bu iddialar, üzerinde konuşulması gereken konular, ancak tüm bu iddialar doğru olsa bile, bunlar, onun yazdıklarını okumamanın birer gerekçesi olamaz.
Kaldı ki, bir Kürt için dahi yaşam sadece Kürt sorunundan ibaret değil.
En önemli bir sorun olmuş olması, diğer sorunların var olabilirliğini ortadan kaldırmıyor. Kürtlerin, yaşamın farklı alanlarına ilgi duymalarına da engel oluşturmuyor.
Bunları niye mi yazdım?
Çetin Altan’ın bugünkü köşe yazısında, yine birbirinden farklı, herkesin bilip de üzerinde düşünemediği, ya da düşünmeye değer bulamadığı konularda, yazmış olduğu kısa ve özlü cümlelerinin etkisi…
İşte o cümlelerden bir tanesi:
„Doğru dürüst yaşamak için, yaşamayı hak etmekte bir ev kitaplığının mı rolü daha büyüktür, yoksa bir bulaşık makinesinin mi?“
Yazıyı okuduktan sonra, şu an yaşamakta olduğum çevreyi, içinden geldiğim toplumu, ülkeyi, dünyayı bir bir gözümün önünden geçirdim…
Herkesin yapabileceği, ancak yapamadığı bu karşılaştırmanın ne ölçüde bir anlam ifade ettiğini uzun uzadıya düşündüm.
Kimi anılarım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden akıp gitti…
Daha onlu yaşlardayken, kardeşimle bir film izlemek için sinemaya ödeyeceğimiz parayla bir roman alıp, gerisin geri nasıl eve döndüğümüzü, aldığımız kitabı kimin önce okuyacağı üzerine yaptığımız kavgayı…
Avukat olan bir tanıdığımızın, evindeki dolaplarının ölçüsüne göre yaptığı kitap siparişini, çevresindekilere nasıl da abartarak uzun uzadıya anlattığını…
Evde, gizli saklı kitaplarımızı gören akrabalarımızın, „başınıza ne geliyorsa hep bu kitaplardan geliyor“ deyişlerini…
Komşu kızların birbirlerine; „anam bunlar kitaplardan başlarını kaldırıp da bize mi bakma tenezülünde bulunacaklar“ türünden bizleri nasıl yadırgayışlarını..
Gözaltında sorgudayken, bize işkence yapan polislerin; evimizin bir duvarında sırayla asılı duran Kur’anlara karşın, diğer duvardaki raflarda dizili olan, Marx’ın, Engels’in kitaplarının varolmuş olmalarının derin bir çelişkiymiş gibi suçlayışlarını…
Çocukluğumun geçtiği köye en son gidişimi, köydeki evlerde yan yana dizilmiş olan envayi çeşitteki elektronik eşyaların varlığını bir bir hatırladım…
O köy ki daha 20-25 yıl öncesine kadar üç-beş adet pilli radyo dışında hiç bir elektronik eşya ile tanışamamışken…
Hiç kuşkusuz, her evdeki tek tek elektronik eşyalar, özellikle de çamaşır ve bulaşık makinaların her evde olmuş olması, çalışan ya da çalışmayan, köylü, ya da şehirli ev kadınlarının yaşam koşullarını olabildiğince kolaylaştırıyor. Bunda hiç kimsenin şüphesi yok. Ancak o eşyalarla ne kadar mutlu oldukları, ya da özledikleri yaşamı ne kadar hakettikleri ise, birer soru işareti…
Buna rağmen üzerinde uzun uzadıya düşünülmesi gereken bir konu.
Kimbilir belki de, tersi mümkün.
Yani bir ev kadınının yaşamında bir kitaplıktan daha çok, bir çamaşır makinasının, ya da çalışan, makam ve mevki sahibi olan bir erkek için, bir kitaplığa sahip olmaktansa, akıllı bir cep telefonuna sahip olmanın daha anlamlı olmadığını kim iddia edebilir ki?..
Asıl mesele, varacağımız sonuçtan çok, Çetin Altan gibi, bu türden karşılaştırmaları yapabilmek…
Kimi zaman mutsuzluğa yol açsa da, bu tür konular üzerinde birazcık da olsa, arada bir kafa yorabilmek…
12.11.2014
firataras@navkurd.eu