Son otuz yılık süreçte birçok kez barış girişimlerine şahit olduk, her seferinde umutlandık, artık her iki taraftan da gençler ölmeyecek diye sevindik, ancak her seferinde sevincimiz kursaklarımızda kaldı, umutlarımız giderek azalmaya yüz tuttu. Bu topraklara barış asla uğramaz diye, akan kanı, yakılıp yıkılan köyleri, şehirleri, baskıyı, zulmü, zindanı, sürgünü, yaşamın doğal bir akışı olarak algılamaya başladık.
Oslo, Ankara, Hewlêr, Ada, Yeni, Eski sürec derken, Başbakan Erdoğan tanımlamasıyla „Çözüm Süreci“ ile geç de olsa bu topraklara da barış bir gün uğrar diye, yeniden umutlanmaya başladık.
Geçmişte başlatılan süreçler gibi „Çözüm Süreci“nin de akibetini şimdiden tahmin etmek elbette zor. Ancak bu sürecin diğerlerinden tek farklı yanı, Erdoğan ve Öcalan’ın geçmişe göre biraz daha kararlı olduklarıdır. Bu bile tek başına önemlidir, çünkü yeni sürecin diğerlerinden farklı olarak bir yol kazasına uğramadan sonuç vermesi, tarafların bugünden ortaya koydukları niyet ve irade beyanlarına bağlı olarak, karşılıklı güven verici adım atmalarıyla mümkündur.
Her ne kadar bölgesel ya da küresel aktörlerin süreci olumlu ya da olumsuz yönde etkileme ihtimaleri olsa da, asıl belirleyici olan Kürt ve Türk tarafının, diğer bir deyişle AK Parti iktidarı ile PKK’nin süreci sekteye uğratacak tutum ve davranışlardan kaçınmaları, her türlü provakasyonlara karşı kapılarını şimdiden kapatmalarıdır.
Her şeyin yolunda gitmesi halinde başlatılan süreç barış ile noktalanabilir, ancak bu, süren savaşın sona ermesi dışında Kürt sorununun tümden çözüme kavuşacağı anlamına da gelmez. AKP iktidarı ile PKK arasında yapılacak olası barışın her iki tarafın beklentilerine cevap vereceğini, ya da adil bir barış olacağını da kimse beklememelidir.
Çünkü 30 yıldan beri devam eden bir savaş var ortada. Bu 30 yıllık süre içerisinde her iki tarafta da büyük kayıplar yaşandı. Taraflardan birinin uğradığı büyük kayıp, diğerinin hanesine kazanç olarak yansımadı, galip gelmesine de yetmedi.
Dolayısıyla başlatılan bu sürecin sonunda gerçekleşebilecek bir barışla da ne Kürtler tüm isteklerini elde edebilecek, ne de Türkler eskide olduğu gibi Kürtler üzerindeki egemenliklerini sürdürebilecekler. Dolayısıyla adı barış da olsa, bu, hiç bir zaman adil bir barış da olmayacak. Ancak süreç içerisinde Kürtlerin farklı bir ulus olmaktan kaynaklanan haklarına kavuşmaları ve Türklerin de buna rıza göstermeleriyle sonuçlanacak nihai aşamanın bir başlangıcı ya da ön adımı olabilecektir.
Bu gerçeklikten hareketle Türkiye’deki Kürt sorununun çözümüne bir ilk adım olabilecek bu barışın gerçekleşmesi, herşeyden önce azami taleplerle savaşı başlatan ve bu gün asgari taleplerle yetinmeleri için Kürtlerin, onların asgari düzeydeki taleplerinin karşılanmasına bile karşı çıkabilecek Türklerin ikna edilmelerine bağlıdır.
Bunun için de tarafların kendi toplumları üzerinde güçlü ve temsil kabiliyetlerine sahip olmaları gerekir.
Özellikle son 10 yıllık dönem dikkate alındığında, bu gün her iki tarafta da bu koşul mevcuttur. Türk tarafında, her iki kişiden birinin desteğine sahip olan Başbakan Erdoğan ve AKP iktidarı, Kürt tarafında da herşeye rağmen toplumun büyük çoğunluğunun desteğini alan Öcalan ve PKK var…
Buna karşın ne Öcalan’ın ya da BDP/PKK’nin Türkleri etkileme veya ikna edebilme şansı var, ne de Erdoğan’ın tek başına Kürtleri…
Dolayışıyla her iki tarafın da bu sürecin ruhuna uygun davranmaları için temsil ettikleri kesimlerin doğru kişilerce hazırlanmaları gerekir.
BDP’nin Karadeniz seferinde olduğu gibi, iyi niyetle de olsa atılmak istenen yanlış bir adım, yol kazalarının ortaya çıkmasına yol açar ki, bu da barış yerine savaşın yeniden şiddetlenmesine sebep olabilir.
Karadeniz seferine çıkan BDP’lilerin daha ilk duraklarında uğradıkları saldırı da, aslında yanlış kişilerin, yanlış yerde üzerlerine vazife olmayan işlerle uğraşmalarının bir sonucuydu.
Birebir olmasa da, aynı şey AKP’lilerin Hakkarilileri ikna etmeye kakışmaları için de geçerlidir.
Bu nedenle çözüm sürecinin bir yol kazasına uğramaması için eğer ikna edilecek Türkler ve Kürtler varsa ki vardır, bu, o kesimleri temsil etme gücüne sahip olanlarca yapılmalıdır.
Rüyalarında görmeleri halinde bile gerçek olacağına inanamayacakları konuma Kürtlerin oylarıyla gelen ve salt Türk olmalarından dolayı kendilerini aynı zamanda Türklerin de temsilcisi olarak gören „üç silahşörün“, Türkleri barışa ikna etmeleri bir yana, az daha ikna etmeye çalıştıkları soydaşlarının silahlarından çıkabilecek kaza kurşunlarıyla, neredeyse aralarındaki „yarım Kürdü“ de ölüme göndereceklerdi.
Sonuç olarak her iki tarafta da, yanlış ve doğrularıyla güçlü birer siyasi aktörün olmuş olması, süren savaşın sona ermesi için bir avantajdır. Bu avantajın değerlendirilmesi gerekir.
Aksi takdirde güçsüz aktörlerle bu savaş ilelebet devam eder…
25.02.2013