Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 1950 yılına kadar 30 yıllık süreyi Türkiye, CHP’nin zorunlu iktidarıyla yaşadı. Çünkü CHP’den başka bir parti yoktu. Tıpkı Sovyet Rusya’da her vatandaşın Komünist Partî’yi seçme zorunluluğu gibi, bu süre içerisinde seçim sandığının başına giden her Türkiyeli seçmen de CHP’ye oy vermek zorundaydı.
Aslında bu zorunluluk salt CHP ile de sınırlı değildi. Bu zorunlu tercih ve zorunlu sevgi aynı zamanda Cumhuriyetini kuran kadrolar için de geçerliydi. Cumhuriyeti ve kadrolarını, 1921 ile 1938 yılları arasında onlarca kez katliama maruz kalan Kürtlerin yanısıra, Türkler de sevmedi. Başta Atatürk olmak üzre Cumhuriyet kadrolarına duyulan yüzeysel sevgi seli, korku ve sindirme politikalarının bir sonucuydu. Bu, dün olduğu gibi bugün de geçerlidir.
Çok partili sisteme geçişle birlikte halkın “reddi miras“ yapan Demokrat Parti‘ye yönelmesinin temelinde yatan gerçek, halkın bir an önce bu kadrolardan kurtulma isteğinin bir sonucuydu.
Bu gerçekle yüzleşen Kemalistler önce bir şok yaşadılar ve kaybettikleri mevzileri yeniden ele geçirmek için, bir kez daha baskı ve sindirme politikalarına başvurdular.
Halkın özgür iradesine ipotek koyan 27 Mayıs darbesiyle iktidarı yeniden ele geçirdiler. 27 Mayıs darbesi sonrasında yeni bir Anayasa denemesine rağmen iktidarlarını uzun süre koruyamadılar. Darbe sonrası ilk genel seçcimlerinde bu kez DP’nin devamı olan Adalet Partisi‘ne iktidarı kaptırdılar.
12 Mart muhtırasıyla ikinci kez ara rejim modeline sarılıp nefes almaya çalıştılar. 12 Mart ara rejiminden sonra yapılan ilk genel seçimlerinde Ecevit liderliğindeki CHP’nin birinci parti olarak iktidara gelmesi de, halkın Cumhuriyet kadrolarına yönelik bir tepkilerinin sonucuydu. Çünkü CHP’nin hem lider kadrosu değişmiş, hem de Ecevit’in sol söylemiyle CHP, kuruluş felesefesinden uzaklaşan bir yapı arz ediyordu. Bunu gören Cumhuriyetin elitist kadroları bir kez daha toplumu kaosa sürükleyip, ardından iktidarı ele geçirme arayışına girdiler.
12 Eylül darbesiyle bu kez CHP‘‘yi de kapatıp toplumda filizlenen 30 yılık sivil damarı kökünden koparmaya çalıştılar.
Ne yazık ki bu çaba da sonuç vermedi. Toplumun üzerinden bir silindir gibi geçen baskı ve zulüm mekanizmasına rağmen üç yıl sonra yapılan seçimlerde yine, halkın özgür iradesi galip geldi ve darbecilerin açık desteğine rağmen Turgut Özal’ın ANAP’ı iktidar koltuğuna oturdu.
Turgut Özal’a alternatif olarak yapılan çalışmalar uzun bir sürden sonra SHP/CHP’nin ancak DYP’nin küçük ortağı olarak iktidara taşınmasıyla sonuçlansa da, 1997 seçimleriyle Kemalist kadrolar açısından bir kez daha hayal kırıklığı yaşandı. Bu kez iktidar koltuğuna, siyaset sahnesine kemelizim karşıtlığıyla adım atan Milli Görüşçü Erbakan oturdu.
Erbakan’ın yaklaşık iki yılık iktidarı süresince bir çok senaryo üzerinde çalışıldı ve en son olarak 28 Şubat postmodern darbesiyle o da iktidardan uzaklaştırıldı.
28 Şubat darbesi tıpkı 12 Mart sonrasında olduğu gibi Ecevit’i iktidara taşıdı. Ancak bir farkla, O fark da Ecevit’in CHP ile olan bağını tümden koparıp yeni bir parti olan DSP ile siyaset sahnesine çıkmasıydı. Bu nedenledir ki Kemalist Elit Ecevitli koalisyonu da iktidardan uzaklaştırmak icin binbir desiseye başvurdu, „iş yapamaz raporu“, „hafıza kaybı“ derken sonunda DSP’nin parçalanmasıyla Ecevit’in iktidardan uzaklaştırılması sağlandı.
Ancak elitist kesim her seferinde olduğu gibi bu kez de hüsrana uğradı. 2002 yılında yapılan genel seçimle iktidar bir kez daha halkın iradesi doğrultusunda şekillendi. Refah Partisi‘nden kopan, yeni bir söylem ve anlayışla ortaya çıkan AK Parti, tek başına iktidar koltuğuna oturdu. Bu iktidara karşı da bir çok darbe planı yapıldı. Ancak her seferinde bu planlar geri tepti, 2007’de iktidarla birlikte Çankaya Tepesi de Kemalist Elit’in elinden alındı.
Çankaya Tepesi’nin düşmesiyle birlikte, bir taraftan AK Parti iktidarı ülkenin tek hakimi durumuna gelirken, Kemalist Elit elinde bulundurduğu mevzileri birer birer kaybetti.
Bu mevzileri yeniden ele geçirme ihtiyacının bir sonucu olarak CHP’nin başına getirilen Kılıçdaroğlu getirildi. Ancak 12 Eylül’de yapılan refetrandum sonucu Kılıçdaroğlu’nun da bu ihtiyaca cevap veremeyeceği görüldü. Bu nedenledir ki, ona CHP Genel Başkanlığı’nı tepsi içinde sunanlar, bu gün ondan kurtulmanın, ya da onu kukla gibi kullanmanın hesabı içindedirler.
18 Aralık’da yapılacak olan olağanüstü kurultay Kılıçdaroğlu’nun kamburlarından kurtulması için bir şanstır. Bu şansı iyi kullanıp, CHP’yi kuruluş felsefesinden uzaklaştırabildiği ölçüde, CHP‘nin halkla buluşmasını sağlayabilir.
Ancak görünen o ki, Kılıçdaroğlu’nun ne böyle bir hedefi ne de bu konuda adım atacak cesareti var. O devraldığı geleneğin bir devamcısı olarak hareket ediyor. Önceki mirasçılardan tek farkı, Alevileri cezbeden bir kılıca sahip olmasıdır.
Oysa, doksan yıllık süreç bize gösterdi ki, salt Alevilerin ve önyargılarından başka kaybedecek birşeyleri olmayan ve en az CHP kadar halktan uzak olan solcu ve ulusalcıların desteğiyle iktidarı hedeflemek için, hayal aleminde yaşıyor olmak gerekir.
12 Eylül refrandumu Kılıçdaroğlu’nun normal yaşama dönmesine vesile olamadı, umarım CHP’nin 2011’de yaşayaçağı hezimet, Kılıçdaroğlu’na umut bağlayanların uyanmalarına sebep olur…
05 Aralık 2010