Siyasetin doğası gereği iktidar ve muhalafet partilerinin davranış biçimleri, çok partili sistemin geçerli olduğu her yerde yaklasık olarak aynıdır. Muhalefet partileri geleceği, iktidar partileri ise geçmişi ve bugünü temsil ederler. Bu nedenle muhalefet partileri toplumda ilerici bir rol oynarlarken, iktidar partileri ise mevcut olan statükoyu korumaya çalışırlar.
Ancak sökonusu olan ülke Türkiye olunca, çoğu zaman doğal olmayan, aksine dünyada genel geçer olan kurallara aykırı bir süreç de yaşanabiliniyor. Aslında böyle olmuş olması, Türkiye’nin son yüzyıllık siyasi tarihini bilenler açısından çok yadırgayıcı bir durum da değil.
Bu aykırılığın nedeni, Türk devletinin kuruluş felsefesi ve kurucu unsurların o günkü zihniyetlerinin bir sonucudur. Kemalistlerin yeni bir toplum oluştruma hedefleri 1950’li yıllara kadar belli bir sistematik çercevesinde uygulama alanı buldu.
Bu döneme kadar ne bir muhalif parti vardı, ne de aykırı bir sesin çıkma olanağı. Çok partili sisteme geçişle birlikte, o güne kadar oluşturulan kodların en azından bir kısmı devre dışı kaldılar.
Çok renkli, çok sesli bir toplumdan tek tip bir topluma geçişi hedefleyen CHP, o günden bugüne ister iktidarda ister muhalefette iken hep aynı rolü oyandı. Kendisini devletin gerçek sahibi olarak tanımlayıp, hep yüzyıl önceki kodlara göre oluşturulan statükonun koruyuculuğuna soyundu, bugün de aynısını yapıyor.
Yüzyıl öncesinden Kürtler gibi yok sayılan, hor görülen, sistemin dışına itilen muhafazakarlar, bugün, kendilerini yoksayanların koltuğunda oturuyorlar. Her fırsatını bulduklarında, mağduru oldukları sistemin kodlarıyla oynuyor, onları tek tek aşındırmaya çalışıyorlar.
Bu nedenle de bugün iktidar partisi olan AKP, yüzyıllık statükoyu aşındırarak, kendine göre bir geleceği inşa etmeye çalışıyor, muhalaefetteki CHP ve MHP ise, farklı dünya görüşlerine rağmen statükonun koruyuculuğuna soyunmuş ve geçmişe doğru kurek çekiyorlar…
Erdoğan Dersim’in katillerini işaret ediyor, Kılıçdaroğlu ise katilleri aklama pahasına o günün koşuularında dedelerini temizlenmesi gereken unsurlar olarak tanımlıyor.
Erdoğan red ve inkara, asimilasyona son vermek istiyor, Kılıçdaroğlu annesini inkar pahasına, ana dil ile eğitiminın Türkiye’yi böleceğini haykırıyor.
Erdoğan Kürdistan diyor, Kılıçdaroglu hiç utanmadan, yüzü bile kizarmadan, „o da neresiymiş“ türünden şaşkınlığını dile getiriyor, Erdoğan’ı Kürdistan Devleti’ni kurmakla suçluyor.
Erdoğan Diyabakır’da Barzani ile buluşuyor, Kılıçdaroğlu çin çarpmıs misali akli melekelerini yitiriyor…
Hiç kuşkusuz Erdoğan-Barzani buluşması sadece Kılıçdaroğlu ile onun temsil ettiği kesimleri zivanadan çıkarmadı. Kürdüyle, Türküyle toplumun tüm kesimlerini şu ve ya bu yönde etkiledi. Bu buluşma, özellikle Kürtlere bakış ve Kürt sorununun çözümü açısından adeta bir turnosol işlevi gördü.
Türklerle Kürtlerin birlik ve bütünlüğü edebiyatından kimin ne anlamak istediği netleşti.
Kürtlerle ilgili kimin dost, kimin düşman olduğu ortaya çıktı.
Barzani’nin şahsında dile getirilen tepkilerin aslında tüm Kürtlere karşı beslenen kin ve düşmanlığın sonucu olduğu bir kez daha görüldü.
Kürtler bunun ayırımına vardılar mı?
Önemli bir kesiminin hala farklı saiklerle olaya yaklaştıklarını, gerekçeleri farklı da olsa Kılıçdaroğlu ve Bahçeli ile aynı tonda ortaklaştıklarını söylemek, pek de abartılı sayılmaz…
Barzani çizigisi ile bir bütün olarak Türkiye’deki Kürt siyasi çizgisinin farklılığı da bu noktada farklılaşıyor, aralarındaki bu fark net bir şekilde ortaya çıkıyor.
Barzani çizgisi gerek içerde ve gerekse dışarda, ittifak politikalarını Kürdistani bir eksen üzerinde inşa etmeye çalışırken, Türkiye’deki Kürtler ise bunu ideolojik anlayışlarına göre belirliyorlar.
Bunun doğal sonucu Barzani iç de Kürdistani renklerle, dışarıda da Küdistan gerçekliğini kabul eden Erdoğan gibileriyle ittifak kurarken, Türkiye’deki Kürtler ise „kemalist tosuncuklarla“ bir çatıyı paylaşabiliyor ve kendilerini bugün de red ve inkar eden CHP ile kolkola girebiliyorlar…
Buna rağmen, Kürtlerin gaflet uykusundan uyanma ihtimalleri var mı?
Son bir haftadaki tartışmalara ve BDP içinden yükselen Kürdistani seslere baktığımızda, uyanışın çok da uzun sürmeyeceği göruluyor…
21.11.2013
firataras@navkurd.eu