Türkiye cezaevlerindeki Kürt tutukluların 12 Eylül 2012 tarihinde başlattıkları açlık grevi, dün sabah itibariyle sona erdi.
Açlık grevinin sona ermesini sağlayan ise, ta başından beri her kesin işaret ettiği gibi, Abdullah Öcalan oldu. Öcalan, grevcilere yönelik olan çağrısını bir önceki gün İmralı’da görüştüğü kardeşi Mehmet Öcalan aracılığıyla yaptı.
Mehmet Öcalan adına yapılan açıklamada, Abdullah Öcalan’ın;
“Açlık grevini eylem tarzı olarak genel itibariyle doğru bulmamakla birlikte, açlık grevleri yapılacaksa bile içeridekilerin değil dışarısının yapması gerekir. Açlık grevi eylemi çok anlamlıdır. Bu eylem yerini bulmuş ve amacına ulaşmıştır. Hiçbir tereddütte kalmadan, bir an önce açlık grevine son versinler. Buradan açlık grevindeki herkese özellikle birinci ve ikinci gruptakilere tek tek selamlarımı söylüyorum” dediğini bildirdi.
Bu kıssa açıklama öne çıkan iki nokta var.
- Öcalan, açlık grevini eylem tarzı olarak doğru bulmuyor ve bir eylem olarak yapılacaksa da içeridekilerin değil dışardakilerin yapması gerektiğini belirtiyor.
- Bu eylemin yerini bulduğunu ve amacına ulaştığını söyleyerek, hemen sonlandırılmasını istyior.
Bu kısa açıklamanın ardından BDP’liler yoğun bir şekilde harekete geçtiler. Açlık grevinin yapıldığı cezaevlerindeki tutuklularla görüşüp, 67 gün süren eylemin sona erdiğini dün sabah itibariyle de kamuoyuna duyurdular.
Böylelikle bir çok insanın hayatı kurtulmuş oldu, başta greve katılan tutukluların yakınları olmak üzere, hem AKP hem de BDP yöneticileri de rahat bir nefes almaya başladılar…
Ancak, öyle görünüyor ki, açlık grevleriyle ortaya konulan hedefler gibi, eylemin Öcalan tarafından sonlandırılması da, tıpkı 14 Temmuz 2011 tarihinde Silvan’da yaşanan olay gibi, daha uzun süre gündemde kalacak ve daha çok tartışılacaktır…
Bilindiği gibi, 14 Temmuz 2011 tarihinde gerçekleşen Silvan olayından iki gün önce, Abdullah Öcalan yine kardeşi ve avukatları aracılığıyla PKK/BDP’lilere mesaj göndererek, Türk devletiyle tarihin en büyük anlaşmasını imzalamak üzere oldukklarını bildirmiş ve sürece uygun davranmaları gerektiği konusunda uyarılarda bulunmuştu.
Abdullah Öcalan’ın bu uyarısından iki gün sonra, yani 14 Temmuz 2011 sabahı DTK Diyarbakır’da Demokratik Özerklik ilan etti, aynı günün akşamı ise, PKK’li gerillaların Silvan’da gerçekleştirdikleri saldırının haberi geldi…
Bu iki olay, yeni bir sürecin başlangıcına vesile oldu.
Hükümet ile PKK arasında o güne kadar sürmekte olan Oslo Süreci askıya alındı. Bunun akabinde de Öcalan’ın dışarıyla irtibatı kesildi…
Kimileri bunu; „Kandil Öcalan’ı boşa çıkardı“ diye de okudu…
Ancak o tarihten bugüne silahlı mücadele, gün be gün tırmanarak her iki taraftan da binlerce kişinin canına mal oldu. Abdullah Öcalan’a yönelik de, neden ya da kimlerden kaynaklandığı hala net olarak bilinmeyen bir tecrit uygullandı.
Aradan bir yıl geçtikten sonra, bu kez PKK’li tutuklular 12 Eylül 2012 tarihinde, Öcalan üzerindeki bu tecridin kaldırılması, anadilde savunma ve anadilde eğitim yapma hakkının tanınması için açlık grevine başladılar.
Açlık grevinin 42. gününde yazdığım bir yazıda; „gerevcilerin ileri sürdükleri şartlar arasında her ne kadar anadilde eğitim ve savunma yapma taleplerinin olduğu eklenmişse de, asıl amacın Öcalan’a uygulanan tecridin olduğu inkar edilemez bir gerçek“ diye bir belirleme de bulunmuştum.
Ve nihayet grevin 48. gününde BDP Genel Başkanı Demirtaş’ın Diyarbakır’da halka yönelik yaptığı bir açıklamada, adeta yukarıdaki sözlerimi doğrularcasına; “ İmralı ile ailesi ya da avukatlarının değil bizlerin görüşmesi gereklidir. Biz Mehmet Öcalan’ın İmralı’ya gitmesini değil Abdullah Öcalan ’ın buraya gelmesini istiyoruz” diyordu.
Daha sonraki günlerde BDP’li vekil ve belediye başkanlarının da katılımıyla, açlık grevlerinin toplum nezdinde geri dönülemez bir sürece girdiği algısı oluştuysa da, BDP ve AKP’li yöneticiler, grevin tam da bu şekilde sona ereceğini daha 15 gün öncesinden biliyorlardı. Bu 15 günlük süre içerisinde, herkes oynaması gereken rolü hakkıyla oynamış oldu ve her iki tarafça da başrol oyuncusu olarak kabul edilen Öcalan, oyunun finalinde ortaya çıkarak son noktayı koydu…
Kuşkusuz bu şekilde de olsa, yeni ölümler yaşanmadan eylemin sona ermesi sevindirici olduğu kadar, gelecek açısından bir o kadar da düşündürücü…
Düşündürücü olan yanı, Öcalan ve BDP’lilerin belirttiği gibi grevin amacına ulaşmış olması ya da karşıtlarının deyimiyle hiç bir şart yerine getirilmeden sonlandırılmış olması değil…
Binlerce, hatta milyonlarca insanın, kendi kaderleri üzerinde tasarufta bulunma hakkını, kendileri gibi etten ve kemikten oluşan, üstelik dört duvar arasında ve tutsak olan birine teslim etmiş olmalarıdır…
Bugün, iki cümlelik bir açıklamayla binlerce insanın ölümüne engel olan bu kişi, yarın yine iki cümlelik bir açıklamayla milyonları felakete de götüremeyeceğini kimse garanti edebilir mi?..
Ben bu eylemin bu şekilde sonlandırılmasıyla, Oslo Süreci’nin yeniden başlayabileceğine pek ihtimal vermiyorum.
Çünkü, Erdoğan ve Öcalan’ın tek karar sahibi oldukları bir süreç ve ortamda, daha çok beklenmedik ölümler görecek ve beklenmedik şok kararlarla karşılaşcağız, diye düşünüyorum…
19.11.2012
firataras@navkurd.eu