Ben sol felsefeyle 1965’te tanıştım. Tarih 21 Ocak, 1970 günü kendimi dünyanın Güney Kutbu Avustralya Kıta’sının Sydney Kent’inde buldum. Geliş nedenimin sebebi bir: Dünyayı iyi tanımayan, insan denen sosyal varlığın nereden çıkıp, nereye geldiğini iyi kavramayan, belirli sloganların hakikatle ne kadar örtüştüğünü kavramayan, “bilinçsiz” diyebileceğim anarşist bir solcu olmam ve Dünya Proletarya Devrimi’ni hayâl eden bir hayalperest. Bu nedenle üç çocuğum, üç küçük kardeşim ve merhum annemle yaşadığım Türkiye’nin en büyük kenti olan İstanbul’da mevcut yönetimin şimşekleri az da olsa üstümde olduğu için onları orada bırakarak bugün “Cennet misali” dediğim, son derece demokratik, dünyanın çok kültürlü bir ülkesi olduğunu mevcut Türk basınında ve bu ülkeyi görenlerin anlatımıyla bu ülkeyi seçtim. İkinci bir neden de kuşkusuz ekonomik neden. Yani 8 nüfusa ben tek başıma bakmak zorunda olduğum için. Bu durumu iki dilde yazdığım Kürdçe, Türkçe anılarımda yazmışımdır. İsteyen Doz yayınlarında Türkçe’sini, Veng yayınlarında da Kürdçesi’ni okuyabilir. Doz yayınlarında “Coğrafyasını Arayan Irmak, Acı ve Yaşam” Veng yayınlarında ise “Serhatî û Bîranînên Min, Jan û Jîyan”.
Evet Türkiye’den kaçış tarihim 19–Ocak 1970. Tam 54 yılın içindeyim. Buraya ilk geldiğimde de bazen yine eski hayâle kapılır, Dünya Proleter Devrimi’nin rüyasını görür, Kürdistan tarihiyle, inanç bazında da çocukluğumdan beri içinde doğup büyüdüğüm Alevi inançlı toplumun tarihini de bilmiyordum. Zira o tarihlerde ben kendimi katiyen Alevi görmüyor, bütün dinlere bir ateist gözüyle bakıyor, Georges Politzer’in (1903-1942) Felsefenin Temel İlkelerini okuyor, onu da tam anlamıyla kavrayamıyordum. Çünkü bilinç düzeyim o günlere kadar öyleydi ve okudukça bir seksen değiştiğimi söyleyebilirim. Hem de 2000’den fazla kitap okuyarak. Ayrıca Kürd, Kürdistan sözcüğü ırkçı ve faşist Türk devleti tarafından yasak olduğu için. Alevilik ise hakeza. Yani korkudan Alevi olduğumuzu söyleyemiyorduk. Nedeni de bilinçsiz topluma Alevilerin mum söndürdükleri, ana-bacı tanımadıklarını söyledikleri için. Yani üç K harfi bizim ölüm fermanımızdı. Kürd, Kızılbaş ve Komünist kısacası o dönem böyle idi. Bundan başka benim dinlerin çıkış nedenleri, kimlerin çıkardığıyla ilgili geniş kapsamlı “bilgim yoktu” diyebilirim. Bugün ise eski gözlerimle dünyaya, sosyal ve siyası olaylara değişik bir akıl ve gözle bakıyorum. Kürd sorunu ve tarihiyle ilgili uyanışımın yılı 1975’tir. 29 Ocak 1979 da Sydney’de diğer iki Kürd kardeşimle “Avustralya Kürd Derneği’ni” 1984’te de Melbourne’de “Viktorya Kürd Derneği’ni” yine orada yaşayan iki Kürd kardeşimle birlikte kurduk. Fadıl Suna ve merhum Zeki Çakır.
Evet, başlığa, yani Tarihçi Kürd Bilgesi Mehmet Bayrak” adlı kardeşime gelince ben, Mehmet’in 1988’in Aralık ayında “Özgür Gelecek” adlı dergiyi çıkardığı zaman onu gıyaben, yani ismen tanımaya başlamış, ardından derginin bir sayısını bir arkadaşın evinde bulmuş merakla okumuştum. Ne yazık ki abonesi olmadan, Mehmet’in mevcut faşist rejim tarafından tutuklandığını duyduğumda, diğer birkaç Kürd kardeşlerimle karınca kadarınca onu yakinen tanıyan… belirli kişiler vasıtasıyla ekonomik katkıda bulunduk ve yanılmıyorsam tahliye olduktan sonra Melbourne’da “Türkiye İşçiler Birliği Başkanı” bulunan köylüsü ressam Hasan Bağdaş bir konferans için davet etmiş, Mehmet gelmiş, ama benim o sırada Mehmet’in gelişinden haberim olmadığı için birbirimizi görüp tanıyamadık. Yani şahsen olmazsa da fikren dost ve kardeş olmuştuk. Daha sonra Mehmet, Kürd tarihi ve Alevi tarihiyle ilgili iki kez Avustralya’ya geldi (eşi Gulê ile birlikte) ve böylece biz yakinen iki dost, iki kardeş, iki ayrı yolda da yoldaş olduk. Yani Kürd tarih ve Rêya-Heq yolunda. Daha sonra ben Ankara’da iki kez ona, eşi bacım Gulê’ye (ben “Gülay” demiyorum. O Ay’ın gülü değil, Kürdistan, Mezopotamya ve Göbekli Tepe’nin gülüdür. O gülü sulayan Dijle ve Fırat’tır. Yani Gulê benim için bir has bahçede mis gibi kokan Gula Sor’dır) misafir oldum 2012’de, birlikte Kutsal Munzur festivaline gittik, Mehmet bir panelde konuşmacıydı, o panelde Gulê bacımın önerisiyle bende “Min Nedît Welatek Wek Welatê Xwe” adlı şiirimi okudum ve dönüşte TRT 6 gelip benimle yarım saat, Mehmet ile 45 dakika söyleşi yaptı. Mehmet’e son misafirliğimiz Almanya, Bonn’daki evinde oldu. Evet, işte tanışmamızın hikâyesi bu. Mehmet’in evindeki kütüphanesi, bir devlet kütüphanesi kadar büyüktür. Mehmet benim için sadece bir yazar ve araştırmacı değil, o bir Kürd bilgesi ve filozofudur. Ben Mehmet’e bu gözle bakıyor ve böyle tanıyorum. Mehmet’i diğer Kürd tarihçi kardeşlerimden farklı kılan, Mehmet’in keskin çelik iğnesiyle, düşmanların kalın betonlar altında sakladıkları on binlerce senelik tarihimizi o iğne ile kazıp ortaya çıkarmasıdır. Çıkarırken de belgeler ile gösteren bir sır adamıdır. İşkembeden atmıyor, somut, gözle görülür olguları gören gözlerin önüne seriyor. Kısacası benim için Mehmet böylesine bir kişiliktir. Odur bana Hüseyin Bin Hallacı Mansur’u, Eba Müslüm’ü, Ebu’l Wefa’yı, hatta tarihteki hainlerimizi bize tanıtan.
Evet, Mehmet benim için böyle bir kişiliktir. Onun bende 29 kitabı var. Son kitabını, yani “Kürd Kimliği Mücadelem” adlı kitabını, iki ay önce Özgür Kürdistan Parçasından, İstanbul’a döndüğümde, Medya Kitapevi’nden aldım. Kitap tam 712 sayfadan oluşmakta, içeriği Mehmet’in gerek kitapları için olsun gerekse Özgür Gelecek Dergisi için mahkûm olduğu dönemi ve sonrası hakkında açılan davaların metni, mahkemelerde onun ve onun avukatlarının savunmaları, ırkçı ve faşist Savcı ve hakimlerin beyanlarıyla yazılan bir kitap ve tarihi bir belge mazlum halkımız Kürd halkı için. Bunun için ben Mehmet kardeşime kutsal ana dilimle “Memo Can, Tu Her Bijî û Her Jî Hebî” diyorum. Bir Türkçe dörtlükle yazıya son vereyim.
Selam sana Mehmet Bayrak
Çok yaşa sen bira, kardaş
Yaz gerçeği kaleminle
Xızır olsun sana yoldaş (Dersim Xızır’ı)