Sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim, ben Dersim, Mazgirt kazasının, Moxindi nahiyesine bağlı Kupık adlı bir köyde dünyaya gelmişim. Yani merhum annem, babam ve göbeğimi kesen Ana Senem’in anlattıklarına göre senenin kışa doğru giden bir mevsimi olan Sonbahar da doğmuşum. Kanımca 1934’ün Sonbaharı. Yani şu anda 89 yaşın içindeyim. Doğduğum köy Baba Mansur merkezli, üç kardeş kişinin kerametleriyle ünlü bir köy. Keramet sahibi büyük kardeşin ismi Seid Ali’yê Sey Nûrî, ki bu zat (köy büyüklerinin anlatımına güre) Selçuk padişahları döneminde (hangi padişah ise bilinmez) bir bardak yılan zehrini içmiş, birkaç dakika sonra o zehri tırnaklarının altından süzdürerek, aynı bardağı dolduran ve ölmeyen kişi. Ortanca kardeş Seid Abasê Kose, bu da Erzincan’ın Tercan kazasının bir köyünde kuru bir ağacı yeşertmiş. Böyle diyorlar. Küçük kardeşinin ismi de Mustafa, buna da “Sey Mistefayê Axcîhanê” diyorlar, ki bunun Axcîhan adlı bir kızla aşk destanı var. Tıpkı Mem û Zîn aşk destanı gibi. Ben bu zatın aşk destanını “Destana Evîna Seîd Mistefê û Axcîhanê” adlı bir kitaba dönüştürdüm. Birinci baskı Komkar yayınları arasından, ikinci baskı da İsmail Beşikçi Vakfı tarafından yayınlandı. Bu adamda Kızılkilise’nin (Nazmiye) bir köyünde yaşayan Mîrekê Mêrê adlı bir Ermeni’nin davar sürüsüne iki kurdu çoban ediyor. Merhum babam bu son küçük kardeş Seîd Mustafa’nın üç torununa yarıcılık yapıyordu. Ben 17 yaşıma kadar o köyde yaşadım. O yaştan sonra mekânım oldu dîyar î gurbet; ama 1970 yılına kadar köy ile ilişkim kesilmiş değildi. Bir, iki yılda bir köyüme gider ve dönerdim. Birinci gurbet mekânım Adana, ikincisi İstanbul ve son Kıbrıs adası idi. Kıbrıs’ta da köyüme gidip döndüm. Yıl 1963
Evet sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim, başlığa dönersem, ben 17 yaşıma kadar köyümün iki ünlü Seîd’i, Seîd Mustafa’nın torunları olan büyük Kürd Ozanı ve Dengbêjî Seîd Veli Yılmaz, amcasının oğlu Seîd Keko Yılmaz’a (Keko iki yıl önce 105 yaşında öldü, saygıyla anıyorum) talipleri gezmede kamberlik ettim. Gezdiğim bütün Alevi taliplerinin hiçbiri Kurban Bayramı’nı kesinlikle kutlamıyor “Kurban Bayramı Sünni İslâm’ın bayramı” diyor, Ramazan Bayramının ismini de çoğu Alevîler bilmiyordu, diyebilirim. Ben ilk Kurban Bayramının kutlama şenliğini dedemin köyü olan Xelanê Gazê (Dep, Karakoçan) adlı köyde gördüm. Onlar Sünni komşu köylere yakın olduklarından o bayram için üç günlük şenlikle, tıpkı bir düğün şenliği gibi oynayarak, kılam, stran söylenerek kutluyor, fakat hayvan kesmiyorlardı. Her ev Zerfet, Sirakut, Keşke benzeri yemekler yapardı. Ben üç kez onların Kurban Bayramı’nı kutlama şenliğinde bulundum ve sımsımık oyununda da az daha Dursun ismindeki yaşıtım ve uzaktan akrabamız olanı öldürecektim. Dolaşma esnasında ben ona yumrukla saldırırken, yumruk kalbe isabet etmiş ve düşüp bayılmış, ben ise çok korkmuştum. Bereket çabuk kendine geldi, ben de zaten korkudan kaçıp merhum amcam İbrahim’e gitmiştim. Kısacası 1970 yılına kadar ben Dersim’de hiçbir Dersimli’nin Kurban Bayramı’nı kutladığını görmedim. Ramazan ise, çoğu insan ismini dahi duymamıştı.
Sevgili okuyucu kardeşlerim, sizin de bildiğiniz gibi, biz insanların yaşamı hep değişiklerle sonlanır. Bebeklik, ayağa kalkıp yürümek, konuşmaya başlayıp şarkı, türkü söylemek, yavaş yavaş tüm gördüklerinin isimlerini öğrenmek, okula gidip eğitime başlamak, geçim için çalışmaya başlayıp ana ve babaya yardımcı olmak, sonra gençlik, olgunluk, ihtiyarlık ve son ise ölüm. Bunlar insan yaşamıyla ilgili değişiklikler. Birde düşünce bazında değişiklik. Mesela ben 27 yaşıma kadar koyu Alevi inançlı bir kişiyidim ve her dara düştüğüm dönemde hep Allah’a, Hasan, Hüseyin ve babaları Ali’yi imdada çağırır, Seidlerin ise elini, ayaklarını öperdim. Hatta 1947’de sürgünden dönen Baba Mansur aşiret reisi, Dersim katili General Alpdoğan’ın dostu, kendi köyümden Hüseyin Doğan’ın iki kez yıkanan ayak suyunu, onu görmeye gelen bütün köylülerimle içtim. Ama 1962’de değiştim, ufkum açıldı, sayısızca gazete yazarlarının makalelerini okudum, yüzlerce bilge insanları dinledim, iki binden fazla kitap okudum, dünyanın dört kıtasını dolaştım, oldum bir insan sever ve ateist. Ama en güzel ve çağa uygun örf, adet ve tüm geleneklerimi, tatlı dilimle birlikte sevdim ve yaşatmaya çalıştım, halen de bu uğurda karınca kadarınca çaba sarf-ediyor, baba ve tüm atalarımın kutlamadığı Kurban Bayramı’nı, bayramım olarak kabul etmiyor ve bir canlıyı keserek kutlamıyorum. Çünkü Tanrı’yı yaratanın insan olduğuna inanıyor ve aksi olan dünyada dört renkli insani, uçan, kanatlı iki ayaklı kuşları, her çeşit sürüngen ve dört ayaklı hayvanları, koca uçsuz, bucaksız dünyayı, koca koca deniz ve Okyanusları, mavi gök kubbeyi, milyarlarca yıldızları, Ayı, Güneşi yaratanın ne ihtiyacı var kendisinin yarattığı zavallı dilsiz bir hayvanın; örneğin koç, koyun, keçi, teke, boğa, dana, öküz ve ineğin etine? Onun ne ihtiyacı var onun için senede bir ay oruç tutup aç kalmaya? Eğer gerçekten böyle bir güç ve varlık varsa, ona şunu soruyorum: “Ya rabbi senin yarattığın hayvan etine ne ihtiyacın var? Madem sen çamurdan Adam ile Havva’yı yarattın, peki neden bu iki kulun çocukları biri siyah, biri sarı, biri kırmızı ve biri de beyaz, boy ve posları farklı? Yoksa Havva dört ayrı renkli olan kişilerle mi yattı? Neden yarattığın insanları kendi adın ve din, mezhep yoluyla birbirine düşman ettin? Sen her şeye kadir, nadir değil miydin? Neden koca dünyanı dağlar ve denizlerle bölüp, kullarının her birini bir kara parçasına dağıttın? Neden hepsine birbirlerini anlamaları için bir dil, lisan bağışlamadın? Neden yarattığın kulların tarih boyunca birbirlerini öldürüyor sende bakıyorsun? Neden senin kullarından olan İslâm Alemi, diğer kullarına düşman ve sen de sessizce seyrediyorsun? Örneğin biz Kürdler. sahiden, biz Kürdler senin kulların değil miyiz? Lütfen bir cevap ver, be sağır, be kör…
Yine uzattım, bağışlayın sevgili okur bacı, kardeşlerim. Konu Kurban Bayramı ve “Kurban” diye kesilen zavallı hayvan iken, ben başka şeylerden de bahsettim. Yani eski Zerdeşt, sonra da onun devamı ve Alevi atalarımız Kurban Bayramı’nı hiç kutlamadıkları halde, son elli yılda torunları kutlamaya başladı. Peki neden ve kim bunları zorladı? Sizce bu ileriye dönük bir değişme mi? Bence kesinlikle hayır. Kanımca bu bir zoraki, ya da düşmanına karşı bir takiye. Keşke takiye olsa, ama değil, asıl rengi değiştirme. Yani bukalemunca, ilkel döneme özgü. Bunun mimarları da sahte, satılmış, hain Seidler. Bir başka deyişle sözüm ona Rehberler, Pirler ve Mirşitler. “Mirşit” diyorum, Mürşit değil. Mitolojiye göre Nuh peygamberin bir oğlunun ismi Şit’tir. Babasının ölümünden sonra o ülkenin başı oluyor. Nuh de Kürd olduğu için, (Ne kadar doğruysa “Kürd” diyorlar) Kürdlerden de Krallık, Hanlık ve Padişahlık olmadığı için, bu makamların Kürdçe adı MİR’dir. Bu nedenle ben Mürşit sözcüğü yerine her zaman Mirşit sözcüğünü kullanıyorum. Yani Kürdün padişahı, bağışlayın.
Ha, unutmadan söyleyeyim. Bizim Dersim Seidlerinin hiçbiri, 1965 öncesi Hacı Bektaş Veli’yi kesinlikle tanımıyor, ona; “O da kim, hacca giden bir Arap. Biz onun Kırşehir’deki dergâhını hiç tanımayız, bizim Dergâhımız Mansur’un Moxindî’de yürüttüğü duvardır” diyorlardı, ilginçtir yine 1965 yılında Türkiye’nin her yerinde, yerde mantar biter gibi Hacı Bektaş î Veli Dernekleri açıldı bizim Dersim Alevileriyle birlikte bütün Aleviler Hacı Bektaşçi oldu, onun adı Tanrı ile bir olmaya başlandı ve “Doksan günlük yolu kuşlukta alan, Pirim Hünkâr Hacı Bektaş Veli kendidir” denmeye başlandı. Tabii bu da yine derin faşist devletin gizli bir işi idi. Yani Yeniçerilerin Piri Hacı Bektaş Veli ismiyle, Alevileri gerçek inançlarından koparıp, asimile ederek Türk İslâm Sentezin yoluyla hem Sünnileştirmek hem de Türkleştirmek. Kanımca faşist devlet bu konuda epey yol aldı, Alevi Seid ve hain işbirlikçilerle. Yazık…
Sevgili okuyucu kardeşlerim, tekrar başlığa, yani Kurban Bayramı meselesine dönersem, mitolojiye göre Harranlı (Bugünkü Rıha, Urfa) İbrahim kız kardeşi Sara ile evli (Baba bir, anneleri ayrı) ve Nemrut yönetiminden kaçarak Filistin’e gidip yerleşir, orada mal ve mülk, köle ve cariyelere sahip olur. O yüzden, eşi Sara ise doksan yaşına vardığında, bir gün Sara kocası İbrahim’e: “Ya İbrahim biz ölürken, bizim bu varlığımız kime kalacak? Şimdiye kadar Tanrı bize bir evlat bağışlamadı. Bari şu Mısır’dan cariye olarak getirdiğin Hacer’le yat, belki bir çocuğun olur” İbrahim’de Hacer’le yatar, ilginçtir aynı gece ve aynı anda hem genç Hacer ve hem de doksanlık Sara gebe kalır; dokuz ay sonra Hacer İsmail’i, Sara’da İshak’ı doğurur. İbrahim rüyasında Tanrı’ya vaat ettiği İsmail’i tenha bir yere götürüp Tanrı’ya kurban etmek istediği bir zaman diliminde, Tanrı Cebrail vasıtasıyla, İsmail yerine bir koç gönderir, İbrahim Tanrı’ya şükrederek onu kesip Tanrı’ya kurban eder ve ondan sonra İbrahim, Musa, Davud ve Muhammed’e inanan toplumlar her yıl bu bayramda milyonlarca günahsız hayvanları kesip Tanrı’ya kurban ederler. Ha, birde İbrahim’in Rıha’da ateşe atılma hikâyesi var, bugünkü o balıklı göl. Bu hikâye uzun. Yazarak başınızı ağrıtmak istemem. Ama zaman Muhammed ve onun İslâm dinini kılıç zoruyla kabul eden toplumlara gelince, milyonlarca kişi ve aileler, milyonlarca zavallı dilsiz, dört ayaklı hayvanı Tanrı’ya kurban olarak keser, üstünde yaşadıkları ülkenin kara toprağının rengini kızıl kanla kızıllaştırırlar. Ve ayrıca bu zulümden başka, her yıl yüzbinlerce kişi, karı-koca Riyad, yani Mekke’ye Muhammed’in çöldeki mezar türbesini ziyaret etmeye gider, orada önceden hazırlanmış küçük, küçük taşlarının her birini 8-10 dolar para ile satın alıp Şeytan’a atmaları var. Yani Muhammed’in torunları bir duvarı Şeytan yapmış, her oraya Hac için giden kişi bilmem kaç taşı dolarla satın alarak duvara atar, duvar içindeki Şeytan’ı öldürdüğüne inanır. Ne garip değil mi? Tam da ilkellik ve cehaleti içeren bir davranış. Her yıl İslâm aleminden yüzbinlerce kişi, her insan gibi yaşayıp ve ölen Arap kişi ve kişilerin mezarını böylelikle ziyarete gider, sözüm ona Hacı olur, ölünce de yer altındaki Cennet’e gider, yetmiş huri ile zevki sefa içinde ebediyata kadar yaşar. Hac dönüşünde de herhangi bir yerden, birkaç şişe su getirir, her damlasını Zemzem diye satar, bütün sahtekârlığı, her türlü ahlâksızlığı yapar. İnternette okudum, bu yıl Güney Kürdistan’da hacca giden hacılar, Hewlêr’den Riyad’a uçak ücreti 4500, otobüs ile de 3800 Dolar. Gidenlerde binlerce kişi ve Enfal’de 182 bin, 5000 Helebce şehidini unutan sözüm ona Kürd. Ku heye eger Xwedê, hiş bide vî gelê bomık. Zikê bira birçîyên xwe têr nake, jibo bihişta derew, tere çola Ereban, jibo tirba mirîyên wan, ku bibe Hecî, bi kesîb û nezanan destê xwe bide maçkirin, bi hezaran dolar xerc dike, lê dolarekî nade kesîb, reben birayên xwe. Em in ev gela…
Değerli okuyucular
Nivîs qedîya
Çîrok çû dîyaran
Rama Xwedê li dê û bavên xwendevan û guhdaran
Hezar carî nale li cendirme û polîsên Romê
Şêlenkar û tahsîldaran
Û şaneyên ser bêderan
Ku heye eger hêzek
Jê ra dibêjin “Xwedê”
Hiş bide gelê Kurd
Biparêze Kurdevîn û Kurdperweran.
Amîn.
Silav û rêz.