Merhaba sevgili okuyucu kardeşlerim. Sık sık yazarım, “Ben siyaseti yorumlayan, bu konuda uzman biri değil, bir Kürd çobanıyım” der, zaman zaman çobanımsı duygularımı mürekkep yaparak beyaz kâğıda aktaran ve kağıdı karalayan biriyim. Siyaseti yazan, yorumlayan sayısızca siyasetçilerimiz ve yazarlarımız var. Bu işi onlar benden daha çok iyi bilirler. “Ben onların birinci sınıfa başlayan bir talebesiyim” diyebilirim. Tabii tutsak anamız Kürdistan sorununa bakma konusunda, benim de gözlerim var, bakıyorum, beynim var onu nasıl özgürleştirebileceğimizi derin, derin düşünüyor, çoğu kez onun tüm evlatlarının durumuna baktığımda da, çalışma odama çekilip içten-içe ağlıyor ve “Neden 50 milyona yaklaşık biz oğulları, kızları ve torunları ortak düşmanlara karşı birleşip bir yumruk olamıyoruz” diyorum dört duvar arasında ve anamızdan 18 bin kilometre uzak bir diyarda. Sahiden, onun çocukları, torunlar bizler neden böyleyiz?
Sevgili okuyucu kardeşlerim, beni böyle konuşturan, duygulandıran yazının başlığı, “Geçmiş Anılarımdan Bir Asker Arkadaşım” meselesine gelmek istiyorum.
Evet, yıl 1961, ben Bahriyeli bir asker, İstanbul Sarıyer Ordu Evinde, şef garson. O yılın Temmuz ayının bir gecesinde, tüm servis bittikten sonra, Sinoplu Muharrem Yılmaz adlı, ben gibi asker garsonla, sivil giyinip dışarı çıkıp dolaştık. İşin ilginç tarafı, o günlerde Ordu Evi Subay Yönetim Kadrosu değişmiş, bizim eski Ordu Evi Komutanı Yüzbaşı’nın tayini Gölcük’e çıkmış, onun yerine Ast subaylıktan normal Subaylığa terfi eden Remzi isminde serseri bir Üst-teğmen gelmişti. Onun gelişinin ikinci haftasında iki arkadaş, (Garson olmayan personel) akşam saat yediden sonra, bizden gizli sivil giyinip dışarı çıktıklarında serseri Üst-teğmen bunları Sarıyer çarşısında görünce ikisini önüne katarak Ordu Evindeki koğuşumuza getirerek tokatlamaya başlar. Ben, diğer garson arkadaşlarla servisteyim. Yemek salonu, çay bahçesi Subay aileleriyle tıklım tıklım dolu. Üst-teğmen o iki arkadaşı dövünce, biri: “Üst-teğmenim (Deniz ordusunda asker, her Subaya, rütbesiyle seslenir) şef garson Rıza her gece İstanbul’a gidiyor, siz niye onu görüp dövmüyorsunuz? der ve Üst-teğmen hızlı adımlarla salona girdiğinde, o subay ailelerinin gözleri önünde beni görünce, “Dur lan. İstanbul’a her gece gittiğinden kimden izin alıyorsun?” deyip, beni yumruklayıp, ağzımı, burnumu kan içinde bıraktıktan sonra, bağırarak, “Yarın hemen brandanı (yatak) alıp, Anadolu Dört Kıyı Top Taburuna gideceksin, yani sürgün” dedi ve ben önce gidip el yüzümü yıkadım, ertesi gün onun dediği Dört Kıyı Top Taburuna gittim. Orası Karadeniz Boğazının başlangıç noktasında, yüksek bir tepenin ve orman içinde, deniz kenarında “Poyraz Köy” adlı bir köye yakın, koca bir tabur binası. Ben oraya gidince, Kara Ordusundan birkaç Piyade asker de oraya gelmiş, içlerinden biri Sivas, Divriği’nin Diktaş köyünden, Kürd kökenli ve Alevi bildiğim, güzel saz çalan, güzel sesi olan Ali isminde biri bana çok yakınlık gösterdi. Nedeni de tüm askerlerin Sünni mezhepten, ben ise Alevi, Caferi mezhepten (o zaman) ve Dersimli olmam. İçlerinden İmam Hatipten de iki hoca vardı. Biri bizim Elâzığ’ın Han adlı köyünden, diğeri de Trabzon Oflu idi. Bu ikisi sık sık benimle tartışıyor, Aleviliği kötülediklerinde, ben onlara gereken cevabı veriyor, ikisini de susturuyordum. Çünkü hem benim torbamda birçok Alevi deyiş ve fıkraları vardı, hem de biraz İslâm dini bilgim. Bu nedenle Ali beni çok sevdi, bende onu. Hatta ben bugünkü 60 yıllık eşime nişan yüzüğü alıp göndermek istediğimde, param yoktu, Ali bana o zamanın parası 30 lira para verdi, ben yüzüğü alıp gönderdim, kısa bir zaman sonra tekrar Sarıyer Ordu Evine döndüm. Çünkü yaşlı emekli subaylar, örneğin Paşa Fahreddin Günaltay gibi, sözüm ona M. Kemal arkadaşı ve diğer birkaç emekli Paşalar, Albay ve her rütbeden emekli olmuş subaylar beni çok sevdikleri için, ben de onlar vasıtasıyla torpil yaparak, geri gelmiş, Remzi Üst-teğmeni oradan uzaklaştırıp, yerine yedek Subay, Trabzonlu Sezgin isminde bir genç Ast-teğmen gelmişti. Sezgin lise mezunu (o zaman lise mezunları askerlikte yedek subay olarak görev yaparlardı) tatlı, arkadaş-şinas bir genç, beni de çok severdi. Saygıyla anıyorum onu. Trabzon Şemş Otelin sahibi olduğunu söylemişti. Ali ise arkadaşlarıyla, bilmediğim bir yere dönmüşlerdi. Gitmeden önce de benim küçük cep defterime benim için güzel bir şiir yazmıştı, ben o şiiri anılarımda yayınladım.
Evet, “Geçmiş Anılarımdan Bir Asker Arkadaşım” derken, siz okuyuculara o günlerdeki Ali’yi değil, bugünkü Ali’yi tanıtmaya çalışacağım. Ben terhis sonrası Kıbrıs’a gidip bugünkü 60 yıllık eşimle evlenirken, bir yıl sonra Türk, Rum savaşı çıktı, ben her şeyimi kaybettim ve Ali’nin bana şiir yazdığı defterimde dahil. Zira o defterde Ali’nin köy adresi de vardı, meğer bizim kaçış zamanımızda merhum kayınvalidem defteri bulmuş, bir hazine gibi saklamış, Kenan Evren cuntasından bir yıl sonra biz şimdiki mekânımız Avustralya, Sydney kentinden Türkiye ve Kıbrıs’a gittiğimizde, kayınvaliden merhum Sadiye Hanım defteri çıkarıp bana verince çok sevindim ve dönüşümde Ali’ye mektup yazdım. Cevap gelmeyince bu kez direk onun köy muhtarına yazdım, mektubumda Ali’yi sordum, yine cevap gelmedi. Yanılmıyorsam doksanlı yıllarda bir kez daha onun köy muhtarına yazdım, cevap geldi. Evet, cevap veren Ali’nin yeğeni Mesut adlı biri bana: “Rıza amca, arkadaşın Ali amcam 1972’den beri Almanya’nın Köln kentinde yaşıyor. Sana adresini ve telefon numarasını veriyorum, konuşur, mektuplaşırsınız” demiş, beni son derece sevindirmişti. Ali’yi iki şey için görmeyi çok isterdim. Bir: O günleri birlikte yad etmek. İki: Onun 30 lirasının 30 katını ona geri vermek. Ali ile bu şekilde ilişkiye geçtim. Kah telefon ederek konuştuk, kah mektuplaşarak; ancak ne o benim yeni dünya görüşümle bir şey sordu ve ne de ben ona. O bana sadece “Rıza eğer bir yaz mevsiminde Türkiye’ye gelirsen, ben Alanya’da bir yazlık ev aldım, gel bana misafir ol görüşelim” dedi ve biz 1998’de bir dünya gezisine çıkarken, Kıbrıs’tan Alanya’ya geçişimizde Ali hâlâ gelmemişti. Bir hafta sonra biz Antalya’daki çok sevdiğim merhum ağabeyim, can-dostum, (anılarımda bahsetmişim) Muşlu Mehmet Şenyürek’e misafir olduğumuzda tekrar Ali’ye telefon ettim, Ali gelmiş ve gece saat dokuz sonrası Antalya’ya geldi görüştük, gece saat 12’den sonra o Alanya’ya döndü, bizde birkaç gün sonra İstanbul’a ve daha sonra da mekânımız Sydney’e.
Evet, anılarımın Türkçesini yazdığım 2007’de, onun bana yazdığı “Rıza” adlı şiirini ve bir fotoğrafıyla birlikte kitabın sayfalarına alarak, kitabı kendisine yolladım ve ondan sonra sık sık telefonlaştık. Bu arada ben ona “Ali hâlâ şiir yazıyor musun?” diye sorduğumda “Evet, çok şiirlerim var” deyince, kesinlikle bir kitaba dönüştürmesini önerdim. Aradan bir iki yıl geçti Ali şiirlerini bir kitaba dönüştürdü ve bana da bir tanesini imzalayarak gönderdi. Kitap 500 sayfaya yakın, ama şiirlerin çoğu hiçbir kıymeti olmayan kişiler üzerine. Hele “Atam” dediği Selanikli günah çocuğuna Tanrı’ya tapar gibi tapması beni son derece şaşırttı. Yani benim 1961’de tanıdığım Ali, o Ali değil, tipik ırkçı bir Türk, bir ülkücü. Ali’yi böyle sezince şaşırdım, kendisine, “Yahu Ali sen kesinlikle Kürd kökenli ve Alevi inançlı birisin, sen nasıl 70 bin Alevi Kürdünü katlettiren birine “Atam” diyorsun? Lütfen 50 yıldır kaldığın ülkede bir genetik testten geç” dediğimde verdiği cevapta, “Doğrusunu söylemek gerekirse milyonlarca insanın test yapması gerekir diye düşünüyorum” derken ardından yine bana: “Rıza arkadaş, Atatürk konusunda sen nereden, kimden ders alıyorsun? Hangi kitapları okuyorsun? Sen bir yobaz olmadığına göre Mustafa Kemal’e niye düşmansın? Hele bir Alevinin düşman olması akıl alacak gibi değil. Şu anda yazı yazabiliyorsak, tartışabiliyorsak, bir ülkemiz var ise vatansız, yurtsuz değilsek, her şeyi Atatürk’e borçluyuz” derken, bu kez de bana Kamer Genç’ten methiyeler düzerek, ki ben Kamer Genç’i ondan bin kat daha iyi tanırken, Ali, “Rıza, bana kalırsa M. Kemal’i sen çok az araştırmışsın, ben onu çok çok araştırdım, dünyaya böyle bir insan henüz gelmedi, çok kısa olarak ispat etmeye çalışacağım, yazacaklarımın hepsi belgeli. Merhum Kamer Genç’te Dersimli, fevkalade üstün zekâlı, cesur, tek başına bir parti gibiydi. Bir TV programında Sırrı Sakık, Kamer Genç’e hücum eder, ona “Siz Atatürk’ü savunarak soykırıma uğrayan Dersimli Kürdlere ihanet ediyorsunuz” der, Kamer Genç de anında şu karşılığı verir. “O kullandığın cümlelerde birkaç tane yalan var” der.
Sırrı Sakık: Ne imiş efendim?
Kamer Genç: Birincisi Dersim bir ilin ismi değil, bölgenin adıdır. Ve benim için Cumhuriyetle beraber Tunceli olmuştur. İkincisi Dersim’de olanlar soykırım değil, yeni kurulan bir devletin başkaldırılara karşı önlem almasıdır. Bir başka yanlışınız ise, Tunceli asla Kürd değildir. Biz Hazar kökenliyiz ve dilimiz de sizden farklı, yani ne Kurmanc, ne de Zazaca konuşuruz.
Sırrı Sakık: Seyid Rıza’ya ne diyeceksiniz?
Kamer Genç: İngilizlerin oyununa gelmiştir. Tuncelilerin o dönem önderi Atatürk’ün yoldaşı, Tunceli halkından Diyap Ağa’dır; o yıllarda Şeyh Said ve Seyid Rıza’yı kullananlar, şimdi de PKK’yı kullanıyorlar.
Evet, sevgili okuyucu kardeşlerim ne sanmıştım ne olmuş. Hani bir atasözü var “Kız aldım, dul çıktı” misali. Ali, daha birçok uyduruk şeyler yazıyor ki okuyunca midem bulandı. İşte devşirmelerden böylesine şaşkın, sapı, samanı birbirinden ayırmayan kişiler çıkar. Özellikle de biz Kürdler içinde. Bu şaşkın kişi eminim hiçbir zaman Kamer Genç’i de görmemiş. Diyap Ağa kimdir onu da bilmez. Bilseydi onu kimin canavarca öldürttüğünü bilirdi. O da bir Rayber ve bir Pırço idi, ama bizim şair, aşık Ali bunu bilmez. Diyor Kamer Genç “Biz Hazar kökenliyiz; dilimiz ne Kurmanc ve ne Zazaca’dır. Peki Kamer Genç’in ana dili neydi? Fakir Ariyanlı bir Zaza hamal Kürdün oğlu, Ramazan adlı köyünde, köylüleriyle, çocukluk arkadaşlarıyla kuzu, oğlak güderken hangi dili konuşuyordu? Hazar kökenli ne demek. Hazar diye bir millet mi var? Benim bildiğim bir Hazar Denizi var. Ayrıca Hazar Kürd dilinde bin rakamın ismi. Zira bazı Kürdler, “Hezar” diyeceklerine “Hazar” diyorlar. İşte bizden böylesine hain ve şaşkınlar çıkar. Ali, bir de Kamer Genç’e altı methedici saçma dörtlük yazmış, uzun mesajıyla bana yollamış. İkinci dörtlüğü şöyle: Yüce Meclis’in cesuru/ Her bir sözü temiz duru/ Dersim halkının gururu/ Kamer Genç Hakka yürüdü. Dersim halkının gururu ha. Oysa haini, yüzkarası.
Evet, Ali, geçmiş anılarım içinde, bir Ali idi, şimdi ise bir Kürd katiline delicesine sevdalı. Adam kendine “Ben Aleviyim” diyor, ama 70 binden fazla Alevi çoluk, çocuk, ana karnındaki bebekleri süngü ucuna taktırana, öldürtene “Atam ve Tanrım” diyor, ayrıca da kendini öve-öve bitiremiyor. Nedense Sivas’ta hep böyle Hızır Paşalar, hain Murat Ağalar ve haramzadeler çıkar. Veysel’de bir Sivaslı idi. Kimisi “Ermeni yetimi” kimisi “Kürd” diyor, o da dünyayı görmeyen iki kör gözüyle “Ağlayalım Atatürk’e/ Ağlayalım Atatürk’e/ Süleyman olmuştu mülke/ Geldi ecel, can ağladı. Fabrikayı icat etti/ Atalığı ispat etti/ Varlığı Türk’e terk etti/ Döndü çark devran ağladı. Tren hattı tayyareler/ Türkler giydi hep kareler/ Semerkant’ı Buharalar/ Bütün dünya kan ağladı, diyen Veysel, önündeki yemeği bile görmeyen, bütün dünyanın kan ağladığını söylüyordu. Ali, bir Veysel olmasa da, “Gözü gören bir çırağı” diyebiliriz. Ya Mahsuni Şerif? 1977’de Selda ile Avustralya’ya geldiğinde iki hafta bende kaldı, misafirim oldu. O bana: “Babam Hozat’tan Maraş Elbistan’a gelmiş, ben orada dünyaya gelmişim” demişti. Sonra Kıbrıs olayları için, Tanrı’yı çağırır gibi “Sarı saçlım, mavi gözlüm, gel, gel, gel Samsun’dan” deyip halkının katiline çağrı yaparak “Kalk, gel, gel” diyordu. Ne garip değil mi? Em in ev gela…
Sevgili okuyucu kardeşlerim, “Geçmiş Anılarımdan Bir Asker Arkadaşım” derken uzattım, bağışlayın. Bizim Alolar, Memolar, Husolar, Hesolar hep böyle kendi halkının katiline tapan kişiler. Dilerim değişirler. Müsaadenizle Ali’ye yazdığım dokuz dörtlükle son vereyim yazıya.
Şair Bir Asker Arkadaşım, Sivas, Divriği, Diktaşlı Ali’ye
Yadele kim saldı seni
Bunu bana söyler misin?
Zorba bir zalime “Atam”
Diyen sersem kişi misin?
Bir Atan var o da baban
Bir anan var o da annen
Ne Zübeyde, ne de meçhul
Hep yalandır sana denen
Okuduğun tüm kitaplar (Kitap okuduğunu da zannetmem)
Hepsi resmi idoloji
Yazanlar ad, mal düşkünü
Kandırırlar seni, bizi
Bir zalimi, bir zorbayı
Kendine yapmışsın Tanrı
Ne verdi o Tanrı sana
Yokluk, fakirlikten gayrı?
“Konuşur ve yazıyorum
O Tanrı’nın sayesinde”
Bunu bana diyen sensin
Sen Köln kentin neresinde?
Elli yıldır neredesin?
Bir cevap ver sayın Ali
Hani bir vatanın vardı
Şimdi neredesin deli?
Hani sana yurt vermişti
Niye durmadın sen orda?
Ondan önce yurtsuz muydun
Divriği’nin o Diktaş’ında?
Rıza’yım ben o Atana
Derim “Hitler” derim Saddam”
O bir katil, o bir cani
Değil Melek, değil Saydam
Lo inan sen benim için
Babam ismi sen Ali’sin
Öleceğim güne kadar
Hayalimde hep kalırsın.
Not: İdeoloji sözcüğünün o harfını hecelerin uyarıklığı nedeniyle çıkardım, bağışlayın.
Saygılar.