
Kimi insanların doğuştan gelen bazı „özel“ huyları, davranışları vardır. Sanırım eğer bu olumlu davranışlar, huylar, kişinin kendisine bağlı gelişimi, inisiyatifi, detayları kavrama bilinciyle pekişmezse, olumlu da olsa, o huylar gelişmez, „gelenek“ halinde kalır. Aynı çağda yaşadıklarımız, aynı caddeyi, sokağı paylaştığımız, bu bilgi çağında bile, çoğu insanların tuhaf durumları düşünülürse, bu gerçek daha da anlaşılacaktır. „Dün“ denilen geçmişte bir anlamlı cümle bile, bugün için (şartları ortamı düşünmeyenler göre) o anlam anlaşılmaya bilinir. Kısaca; her kes „detayların insanı“ olamıyor. Ben bir „detayların insanından“, Mustafa Abi’den bahsetmeliyim.
Başlamış ve bizleri kanatlarına aldığı o „fırtınalı yıllarda“ bu değerli insanı tanımış, tesadüfen az-çok anılarım da olmuştu. Mustafa Abi’nin adı geçince, ya da aklıma gelince, düşlerim okunmuş ama doyumsuz kitabın tekrarı gibi, ilk sayfalarına, Bingöl TÖB-DER binasının bahçesine götürür beni. Yetmişli yılların ortasıydı ve bir yaz günü, o bahçede Mustafa Abi ile karşılaşmıştım. „Karşılaştım“ dediğime bakmayın; yani hala birbirimizi tanımıyoruz. O günün koşullarında, siyasi saflaşmaların getirdiği yoğun, hararetli tartışmaları, ancak „zamane insanı“ bilir. Böyle tartışmanın olduğu bir masada, tanıdığım arkadaşın kenarında oturdum. Arkadaşım ile Cemal Baraç (Sarı Cemal, ruhu şad olsun)’ın hararetli tartışmasına pür dikkat kesilmiştim. Cemal’in yanındaki, uzun boylu, orta yaşlı, bir bürokratı andıran adamın, hiç de bir bürokratı anımsatmayan „Kürdistan“ın sömürge sorununa“ bu denli içli-dışlı olmasının ötesinde, parmakları bıyıklarında dolaşırken, narin bir ses ile Cemal’e bazı hatırlatmalar yapıyor, ona destek oluyordu. Hararetli ve bağırtılı tartışmayı yatıştırırcasına çıkan narin sesiyle;
-Mozambik, Laos, Vietnam mesela… Daha somut…
İşimiz vardı. Arkadaşı uyardım, beş- on dakika sonra, masadan kalktık.
Birikimli, sabırlı, kapsayıcılığı ve tavizsiz duruşuyla dikkatimi çeken, adını bilmediğim adam, aklımın bir köşesine yerleşmişti. Günler, aylar, belki de bir yıldan fazla bir zaman geçmişti. Gittikçe hareketli ortamlar, siyasi çekişmeler, yoğunluklar artıyordu. Bu ara sıkça (dokuz köyü kapsayan bölge olan) Karêr’e giderdim. Karêr’e giderken, ablam ve eniştemin öğretmenlik yaptığı „Şirnan“ köyüne de uğrar, bazen günlerce kalırdım. (Yanılmıyorsam) 1977 yılının bir kış günü yine Şirnan köyüne, ablamlara gitmiştim. Odanın kapısını açıp içeri girince, tanıdığım üç öğretmenin yanında, ortada oturan kişiye gözüm ilişince, şaşmıştım. Fiziği ve gördüğüm özellikleriyle aklımda kalan adam ile göz göze gelmiştim. Hemen de şaşkınlığımı gizleyip, bakışlarımı ortalığa çevirdim. Kimdi bu adam? Burada ne işi olmalı? Selamlaştık, herkes ile tokalaşınca oturdum. Hal-hatır sormalar, derken kaldıkları yerde sohbete devam ediyorlardı. Kimi yaş gereği „abi“, kimi „Hoca“ diye hitap ettikleri adamın hala adını bilmiyorum. İzlediğim sohbette, adam, sanki bu köyde doğmuş, samimi, içten ve etraftakilerin saygınlığını kazanmış bir özellik yansıtıyordu bana. Sohbette ara sıra yerine göre Kürdçe söylem katması, beni daha da meraklandırdı. Yoksa bu adam Kürdçe konuşan bu köylüdür de ben mi bilmiyordum? Ama bu ancak bir şartla mümkün; eğer çoktan bu köyde çıkmış, yıllar sonra yeni geri dönmüşse, olabilir.
O zamanlar, adı, çıkan bir dergi ile anılan „Özgürlük Zolu“ hareketinden olduğunu bildiğim adam, benim de artık bir „Kawacı“ olduğumu biliyor muydu? Çok zıt fikirler… Çoğu yerlerde tartışma bile olmazdı bu iki zıt fikir savunucuları arasında.
Bütün canlıları eve kapatan şiddetli bir kış fırtınası başlamıştı. Köyün okula yapışık lojmanında tek kalan bu adamın adının „Mustafa Budak“ ve Dersimli olduğunu, buraya sürgün geldiğini öğrenmiştim. Öğretmenler arasında oluşmuş sıcak, samimi ilişkiden dolayı, sıkça yan yana gelirlerdi. Sohbetlerinde, bazen anlamlı mesajlar verir, siyaset konusunu, „ciddi suratlı ve ancak elit-entelektüel kesimin işi“! Olabileceği mantığını çürütürcesine, sohbet mahiyetinde, her kesin anlayabileceği şekilde konuşurdu. Bazen konuları öyle ustaca değiştirirdi ki; arasına sıkça yaşanmış, komik olguları serper, etrafındakiler zevkle gülerek dinlerdi. Unutmadığım bazı fıkralarından birini; „Baytar“ olayını anlatıyordu; Bir baytar, Dersim’de bir köye gelmiş, köylülerde kimlerin hangi çeşit ve kaç hayvanın hasta olduğunu rapor ediyor. Köyün muhtarı köylülerden hızlıca Kürdçe bilgi alıp, Türkçe bağırarak baytara bildiriyor. Eğer örneğin „Hasan’ın bir ineği var ve hastaysa, baytara böyle sesleniyor;
-Heso’yi bir inek yaz..
Durumu anlayan Baytar gülümseyerek onu dinler ve söylediklerini yazar.
-Memo’yi eşek yaz, Alo’yi keçi yaz, Cemo’yi bir öküz, bir beran yaz…
Gülmekten ortalık başka bir şenliğe dönüşürdü…
Unutmadığım bir başka anlatımı;
Mazgirt yöresinde (olmalı), meşhur bir hırsız varmış zamanında. Adam çok da safmış, hırsızlık aslında ona bir „huy“ ya da „fantezi“ olmuş, yoksa insanlara anlaşılan anlamda „zarar verme niyeti yokmuş. Günlerden bir gün yine „neyi çalınmışsa“ adam bu hırsızı şikâyet etmiş, mahkemeye çağırılmış. Türkçe hiç bilmeyen hırsıza bir tercüman getirmişler. Hırsız, Hâkim’in karşısındadır. Tercüman aracılığıyla adını belirten hırsıza, ikinci soru soruluyor „Ne iş yapıyorsun“?
Adam;
„Virda-wurda“, (Orda-burda) demiş, demesine de; tercüman bunun Türkçe’sini nasıl aktarmalıydı? Mecburen tam Kürdçe“de olduğu şekliyle aktarmış;
-Hâkim bey, mesleği „orda- burda“ diyor.
-Ne demek bu? Ne biçim meslek bu? Hiç duymadım, biraz açıklasın
Tercüman zor durumda. Sanığa Kürdçe „mesleğini biraz daha açıklaması gerektiğini belirtiyor. Sanık, başını sağa-sola çevirerek, Hâkimin ve Tercüman’ın cahil ve anlayışsız olduğunu belirtircesine;
-Hun çiqas famkor in! Ka mi go „wirda-wurda… Yanê Xwedê çi ku da! (Siz ne kadar anlayışsızsınız! Dedim ya! –orda-burda-. Allah ne ki verdiyse!)
Yaşamdan süzülüp gelen, hayat tecrübesi güçlüydü Mustafa abinin.
Bulutlu- zifiri karanlık bir gece, öğretmen çiftin evinde oturuyorlar. Köyün bir-iki köpeği, tam kaldıkları lojmana yakın şiddetli havlıyorlar. Ev sahibi bay öğretmen hemen dışarı çıkmaya kalkarken, Mustafa abi kolundan tutup;“ nereye gidiyorsun“ diye soruyor
-Dışarıya… köpekler havlıyorlar…
-Otur, sabret, yine gidersin… Sence ne olabilir? Gidip ne yapacaksın mesela?
-Ne bilelim, dost-düşman…
-Dost açık gelir kapıya, seslenir, peki düşmansa? Düşman köpekleri bir şekil havlatmakla senin dışarı çıkmanı planlamaz mı? Düşman seni böyle tuzağa çekmez mi? Adı üstünde „düşman“.
Ses kesilir, öğretmen yaptığının ne kadar yanlış olduğunu anlar ve oturur.
Artık adı, namı, „komünist, Kürtçü“ diye yayılıyordu Mustafa Abi’nin. Şirnan köyünde „Qico“ isminde yaşlı bir adam vardı. Birinci dünya savaşında, buralara kadar gelen Çar ordusu tarafında esir alınıp Rusya’ya götürülenlerden biridir. Ekim Devrimi sonrası „Sovyet hükümeti“, esirlerle ilgili, „isteyen ülkesine döner, isteyen burada vatandaş olarak kalabilir“ diye bir karar alır. Qico amca, böylece geri döner. Her sıkıntılı, tarla ev, yayla vb işleri iyi gitmediği anlarda, Sovyetlerden geri dönmesine pişman olmuş gibi, hep Kürdçe kendisine bağırarak küfür eder, kızardı;
„Adam dedi, burada kal istersen. Ne keçi, ne gece karanlığında, yağmurda gezmeler, köpek gibi üşümeler, ne şu zıkkım taş, yayla…! Yok! Ben ilah ki gideceğim de keçinin kuyruğunu tutacağım! Al sana keçi! Eşşek herif!“
Fakat bu Qıco amca, hala „komünistlik“ nedir tam bilemediği için, bazen öylesine övüyor, bazen yeriyor. Bir sabah, Qıco amcamız, öğretmen çiftin evine gidiyor. Açılan kapının aralığında, Mustafa abi ile karşılaşırlar. Yaşlı amcamız, başını Kaldırıp Mustafa Abi’nin tam gözlerinin içine bakar. Birbirlerine yarım dakika kadar böyle sessizce baktıktan sonra, Qıco amcamız Kürdçe sorar;
-Tu qomînîst î? (Sen komünist misin?)
Mustafa abi, yine bazen insani şaşırtan, düşündüren, güldüren ve sonra anşılan şekliyle, alışagelmiş o „komünistliğin „negatif“ halini çağrıştırarak, „kötü bir şeymiş gibi“ sesini de yükselterek;
-Tu Qomînîst î! (Sen komünistsin!)
Öğretmen çifti kahkahalara yüklenmiş gülerken, Qıco amca da, onların gülmelerine gülüyor.
Elimde, şu an ismini unuttuğum bir siyaset konulu kitap vardı. „Özgürlük Yolu’ndaki Mustafa Abi ile bir tartışmak istiyordum. Önce yanımızdaki öğretmen ile bir şekilde (şu an hatırlayamadığım) konuyu açtım. Biz tartışıyoruz ama Mustafa Abi sadece dinliyordu. Hayret! Bu derin konularda, tartışmalara kayıtsız kalmadığını gördüğüm Mustafa Abi’nin bizi dinlemekle yetinmesini neye yormalıyım? Artık kendisinin de tartışamaya katılması için bakarak sordum;
-Öyle değil mi Abi? Sen söyle.
Elimdeki kitabı belirterek;
-Elindeki kitabı oku, bitir, sonra bize de anlat, üzerinde tartışırız.
„Bize de anlat“ cümlesinin beni etkilediğini belirtirsem, sanırım bugünkü yeni kuşak için, yani o siyasi fraksiyon tartışmalarının çok sert geçtiği, çoğu zaman kavgalarla sürdüğü ortamda, böyle bir mütevazi, „bilgiçlik tasarlamayan“, sabırlı duruşun önemi pek anlaşılmaz.
Kaç günlük fırtınadan sonra, karlı patika açılmış, Bingöl’e gitmiştim. Yöre halkı kış ayları Bingöl’e giden taşıtlara ulaşmak için 20 km yaya yürümek zorundadırlar. O yıl, kış günlerinde, bu zorluğu ortadan kaldırıp, yolların açılması için bir kampanya başlatıldı. Mustafa Abi’yi, böyle bir gündemde, Bingöl’de görmüştüm yine. „Deng“ kitabevine girer çıkar, TÖB-DER de, sıkça kalabalık masalarda görünürdü. Konu ile ilgili yasal başvurular, tartışmalar, derken, bir kamuoyu oluşmuştu. Biz, birkaç genç, bu iş için Karer’e gidiyorduk. Bizi yolcu etmeye gelen, içinde Mustafa Abi’nin de olduğu bir grup vardı. Gruptan (isim vermeyeyim) biri, bizi apolitik, gelişigüzel, bağırarak şöyle tembihliyordu;
-Karer’e ulaşır ulaşmaz, hemen milleti toplayın yollara düşsün! Başka çare yok!
Tabi, onun dediğini ciddiye almayacak kadar artık „hanyayı – konyayı“ öğrenmişiz. Biz uzaklaşırken Mustafa Abi seslenip yalnız geldi. Önce cebinde yarım paket kalmış sigarayı bana uzatıp „Mehmet Hoca’ya vermemi“ istedi, sonra, o „teşbihçiyi“ kast ederek; „Siz onun dediğine bakmayın, orada hocalarla, köylülerle toplanın, durumu değerlendirin soğuk kanlıca, nasıl uygunsa, nasıl gerekiyorsa birlikte öyle yaparız““ dedi. Önemsiz görülen bir detayın olumsuzca etkileyici sonuçlara varma ihtimalini görüp düzeltmek için müdahale etmesi, sorumluluk ve güven verici davranışı, beni oldukça sevindirmişti.
Karmakarışık, yoğun hareketlilik ortamında, saldırılar-direnişler, derken; çok insanlar gibi, Mustafa Abi’yi de bir daha görmedim. Arada kaç yıl geçmiş olsa da hep onu bir daha görecekmişim gibi his ediyordum, maalesef olmadı. Sonraları, ne zaman Şirnan köyündeki öğretmenlerle karşılaştığımda, söz döner Mustafa Abi’ye gelirdi. „Mustafa Hoca’nın dediği gibi“ diye sıkça başlayan cümleden sonra, benim de duymadığım söylemlerinden bahsederlerdi. Mustafa Abi ile ilişkilerim, anılarım bu kadar bölük-pörçük, kısa olmasına rağmen, onun öngörüsü, birikimi, tecrübesi, tarzı, söylemleri, konuşma şekli ve mücadeledeki kazanımcı davranışından kaynaklanarak, hislerimi bu gerçek üzerinde, bir roman kapsamında yazabileceğim kadar renkliydi ve aklımın „gözlerinde „öyle kaldı.
Mustafa Abi ve o kış, o köyde bir anlamlı, „Kürdistani manzara“ oluşturan diğer iki öğretmen de erken vefat ettiler. Yıllar sonra, o tarihi manzaradan kalan tek bayan öğretmenle karşılaşınca konuşmalarımızda sıkça, „Mustafa Abi’nin dediği gibi“ cümlesi, aklımızı baharları vurulmuş kıran zamanlarına götürürdü.
Kürdistani duruşun sahibi Mustafa Abi! Kürdistan’ın bir köşesinde bugün dalgalanan Kürdistan bayrağının müjdesini sana verip, anılarının önünde saygıyla eğiliyorum.
26.10.2020
İlhami Sertkaya