
Sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim, uzun bir zamandan beri kafamda tasarladığım ve yazmak istediğim bu iki ayrı konu için düşüncemi bir türlü yazamadım ve bugüne bıraktım. Bu iki konuyu ele alırken belki iki konunun uzunluğu sizi yorabilir. Bunun içinde şimdiden sizden özür diler, beni bir kardeş gibi affetmenizi rica edeceğim.
Sevgili kardeşlerim, önce başlıktaki üç sözcükten oluşan “PKK için bir değerlendirme”den bahsetmek istiyorum. Bugün en büyük düşmanımız olan, yüzbinlerce Kürd insanımızı barbarca öldüren Orta Asya kırsalından aç kurtlar gibi Ortadoğu’ya gelen, aptal atalarımızın da aptallığından dolayı, onlara “İslâm kardeşlerimiz” deyip, hem yardım edip, hemde Bizans ordusunu Batıya doğru süren, barbar Türk’ü götürüp Konya da devlet sahibi yapmaları ve sonra “İslâm kardeş” dedikleri o barbar namertlerden neler çektikleri. Bu hikâye uzun ve İslâm dininin de biz Kürdlere ne verdiğine ve ne yaptığına değinmeyeceğim. Aklı başındaki
her Kür yurtseveri bu konuyu çok iyi bilmektedir.
Sevgili kardeşlerim Selçukluların ırkdaşları Moğol barbarlar tarafından, bütün güçlerini kaybetmeden, daha önce, bir kan davasından dolayı Afganistan’dan kaçıp gelen ve Bizans’a sığınan bu aile, zaman içinde zenginleşir ve Selçukların egemenliklerini kaybetmesinden sonra da bu Afgan ailenin lideri, Otman Bey (Osman değil) 1299’da Bursa’da yeni bir beylik kurarak daha sonra koca bir İmparatorluğun temelini orada atmış oluyor. Bu konuyu Kürd Asıllı Kemal Tahir “Devlet Ana” romanında anlatır. “Anlatır” derken, bu tarihi gerçeği anlatmaz, es geçer.
Evet, Osman Bey’in kurduğu bu küçük beylik, daha sonra yönünü Batıya çevirerek, gücü kalmamış Doğu Roma İmparatorluğu sayılan, Bizans’ı yenerek yeni devletin başkentini Edirne’ye taşıyor ve Orhan Gazi döneminde de, sıra ile Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Arnavutluk, Hırvatistan, Sırbistan, Bosna işgal edilerek daha sonra da o halkların gürbüz doğan erkek çocuklarını, hem savaş sonucunda ve hem de gidip zorla anne ve babasından alarak getirip onlar için özel hazırlanmış bugünkü kreş anlamındaki kurumlarda besleyip büyüterek, hepsini birer canavar asker yapıp, ellerine de o günkü öldürücü silah olan kılıç
kalkan vererek, Padişah onları başka halkların üstüne saldırtıyor ki o devşirme çocuklardan Osmanlı, Türklerin deyimiyle Osmanlı orduları oluşturarak, o ordulara da “Yeniçeri” orduları” ismi veriliyor. Sonra “Horasan’dan geldiği” söylenen, Arap asıllı Hacı Bektaş adında biri, o
ocağa dua veriyor. İslâm ile Hıristiyan dinin arasında yumuşak bir sentez ve düşünce akımı olan Bektaşicilik önce Balkanlarda, özellikle de Arnavutluk’ta başlıyor. Eğer bir yeniçeri “Ben Bektaşi değilim” deseydi yeniçeri olamazdı. Ne yazık ki bugün ülkemiz Kuzey Kürdistan ve
Türkiye’de Hacı Bektaş Veli tüm Alevi kesiminin büyük Tanrı’sı olmuş. Yani barbar Yeniçerilerin piri, Hacı Bektaş bugün böyle anılıyor. Buna yüzlerce şiir yazılmış. “Doksan günlük yolu kuşlukta alan, pirim Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Ali kendidir” yani bomıkların Tanrı’sı olan, katil ve kelle kesen Arap Ali.
Sevgili, okuyucu Kürd kardeşlerim Osmanlı hanedanlığı bu şekilde Anadolu ve Balkanlarda koca bir İmparator olunca, 1453’te de kardeş ve evlat katili Fatih Sultan Mehmet Konstantinopolis’i, yani bugünkü İstanbul’u alınca, İmparatorluk daha da büyür. 1514’de Yavuz barbarın Safevi Şahı, Şah İsmail’i yenince, bu kez yönünü çevirir Arabistan ve Afrika kıtasına. Önce Suriye, oradan Mısır’a gidip, Mısır’ı işgal ettikten sonra, Halifelik unvanını da alarak, daha sonra sıra ile Libya, Yemen, bugünkü Suudi Arabistan, Irak, Ürdün, Lübnan’ı, yani tüm Arap ülkelerini işgal ederek, halkını da kendine bağlar. Yani Osmanlı İmparatorluğu dünyanın üç kıtasında hakimiyetini kurar ve İslâm dünyasının da tek Halifesi Osmanlı Padişah’ı olurken, Batı dünyasında gelişen yeniliği, yapılan tüm yeni icatlararına Padişah ve Şeyhülislâm “Şeytan” işi deyip kabullenmezler. Avrupalılar Hind Okyanusundan, geçip, Amerika ve Avustralya’yı keşf ettiklerinde, Osmanlı İmparatorluğu günden güne güç kaybeder, hastalanır yatakta yatan bir yatalağa dönüşür, buna ne bir Lokman î Hekim bulunur ve ne de hastalığına bir derman. Padişahlar sözüm ona devletin bekası için deyip, bütün kardeşlerini, kimisi de öz babasını (Yavuz) öldürtür. Ayrıca 46 Sadrazam da yine Padişahlar emriyle hunharca öldürülmüş, ama ne bu Padişahlar insan gibi birer insan olmuş ve ne de modern bir topluma sahip olmuşlar. Avrupa’da ise yeni buluşlar, buharlı makinalar, teknoloji günden güne gelişmiş, Osmanlı barbarlığının talana, ganimete giden bütün yollar kapanmış ve gün 1789 yılına geldiğinde, Fransa’da modern Burjuva devrimi olur, Avrupalı toplumlar modern ulus devletler kurarlarken, devrimin o havası bütün dünyaya yayılır. Aynı yılda, daha önce, yani 19 Kasım 1493 yılında o kıtaya giden İngiliz asıllı Amerikalılar da bağımsızlıklarını ilan edip, İngiltere hakimiyetinden çıkıyorlar. Yine aynı dönem süreci içinde
Osmanlı’daki halklarda o devrim havasını teneffüs ederek yavaş yavaş Osmanlıya karşı baş kaldırmaya başlıyorlar. İşte o tarihlerde ilk önce Kürd Baban Miri, Abdülrahman Paşa 1806’da Kürdistan devletini kurmak için baş kaldırır, ama ne yazık ki genel bir Kürd başkaldırısı olmadığından o hareket zalimcesine bastırılır. 1821’de bu kez Yunanlılar Osmanlıya baş kaldırarak o zalim devletin egemenliğine son verir, kendi milli ve ulus devletlerini kurarlar. 1847’de bu kez Botan Beyi Bedirxan’ın bu anlamdaki savaş ve baş kaldırması, ne yazık ki yeğeni Yezdan Şêr’in ihanetiyle, o baş kaldırıp barbarca bastırılır. 1880 yılına gelince bu kez Şeyh Ubeydullah’ın aynı duygu ve istemi sonuç vermez ve o harekât da kanla bastırılır. Yıl 1912’ye gelince bütün Balkan ülkeleri Osmanlıları ülkelerinden kovarak her biri kendi ulus devletini kurar. Birinci cihan savaşından sonra ise, bütün Arap milleti Osmanlı yönetimini ve askeri gücünü kendi ülkelerinden kovarak, İngilizleri davul zurna ve büyük bir şenlik düzenleyerek karşılar ve onların yardımıyla devletlerini kurarlarken, bizim Şeyh Mahmut Berzenci, bêbav Mustafa Kemal’e kanarak, İngilizlere “Kafir” deyip, onlara karşı savaş açar, kendini Kürd Kralı ilan eder ve o savaşta on binlerce Kürdün ölümüne sebep olur. Şeyh Arap Hüseyin ise İngilizlerin yardımıyla oğlu Faysal’ı Irak’a, Abdullah’ı da Ürdün’e Kral yapar. Suriye’de Fransa’ya kalır, Simko Ağa da Mıstê Kor’e ve namert Farslara kurban olur. Yani Osmanlı İmparatorluğu o güne kadar bütün sömürgelerini kaybeder, yalnız iki sömürge ülke kalır ellerinde. Bunlardan biri Kürdistan, ikincisi de Ermenistan. Zaten daha önce Ermeniler kıyıma uğramış, bir buçuk milyon insanı Osmanlı orduları ve Hamidiye Alaylarınca barbarca öldürülmüş, 1921’de de Sovyetlerin devrim lideri Lenin’in istemi ve yardımıyla Ermenistan Cumhuriyeti kurulur, fakat Kürdistan’ın durumu belirsiz kalır. Yani Türk İslâm kardeşliği, et ile tırnak gibiyiz deyim hâlâ ağırlığını korumakta ve devşirme bêbav Türk’ün yeni lideri, Kürdistan’ın neresine gidiyor ve hangi Kürd Ağa, Şeyh, Bey, Seid ve orduda tanıdığı bazı
Kürd subaylarını, örneğin Dersimli Hasan Hayrı Bey gibi kişileri, okumuş, entelektüel, yine örneğin Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bay gibi şahsiyetleri her gördüğünde hep hilafeti savunur, İslâm kardeşliğinden bahsederek hepsini kandırır. (Sewr ve Şerif Paşa’dan bahsetmek istemem, çünkü hikâye uzun olur).
Evet, sadece bunları değil, o tarihte İstanbul Kürd Teali Cemiyetinin Başkanı, ayrıca Osmanlı Yargıtay Başkanı, Tercüman gazetesinin de baş yazarı Şeyh Abdulkadir’i de kandırıyor. O dönemde Osmanlı Padişah’ı da Vahdeddin’dir ve İngiliz askeri donanması da İstanbul’un Marmara denizinde demir atmış durmaktadır. Adamlar Osmanlıya verdikleri borcunu istemeye ve bir de Karadeniz sahilinde yaşayan Hıristiyan topluma, Fatih Sultan Mehmet zamanında zorla, kanla İslamlaştırılan Lazlar, Çerkez ve Gürcüler tarafından yapılan zulmü durdurmak için gelmiş, hiç kimseye de bir tek kurşun sıkmamışlar. Önce gidip Padişah’a misafir olur, durumu değerlendirirler, sonra Padişah Vahdeddin’e iki kez yaverlik yapmış, onunla Avrupa’ya gitmiş, kızı prenses Sabiha’ya aşık olan Mustafa Kemal’i çağırıyorlar, İngiliz General ve Padişah Vahdeddin, Karadeniz’deki Hıristiyan toplumlara yapılan vahşeti durdurmak için Mustafa Kemal’e General rütbesini vererek, 30 bin altın parayla birlikte, bir çok diğer subay kişilerle Bandırma adlı vapurla Karadeniz’e gönderiyorlar ki gitsinler o katliamı durdursunlar, ama o oraya giderken, denilen ve onun yapması gerekeni yapmıyor, önce bütün hapishanelerdeki katilleri çıkarıp, Topal Osman’la dost, kardeş oluyor, Hıristiyan halklara da zulüm devam ediyor. O bu kez oradan Erzurum ve Sivas’a geçiyor; iki kongre de yine saf Kürd beylerini kandırıyor, oradan Ankara’ya dönerek, daha önce oraya gönderdiği devşirme Paşa ve diğer subay arkadaşlarıyla yeni meclisini kurar, birçok Kürd Ağa ve Beyini de mebus olarak o yeni ahıra koyar, İstanbul’daki meclise ret çeker, daha sonra İngilizlerin teşvik ve yardımlarıyla Yunan ordusu yeni Ankara gücüne saldırmaya başlar, ordu Polatlı’ya kadar gelir, sonra Şeytan İngilizler, Mustafa Kemal’le gizli anlaşarak, Yunan Ordusuna yardımı keser ve Ankara Mustafa Kemal ordusu, ki bu orduda binlerce Kürd var, Yunan ordusunu yener, savaş biter ve sözüm ona yeni Türkiye Millet Meclisi açılır, bu yeni mecliste 72 kişi de Kürd Milletvekili yer alır, çoğu ne Türkçe bilir, ne de Türkçe okuma yazması var.
Evet bütün bu olaylar olurken Kürd Teali Cemiyetine üye olan Kürd önder ve siyasetçiler, Cemiyet Başkanı Şeyh Ubeydullah’ın oğlu, Şeyh Abdulkadir’e “Sayın Başkan tam zamanı, birlik olalım, biz de Osmanlıya karşı savaşalım, diğer halklar gibi kendi Ulus Devletimizi kuralım” dediklerinde, Şeyh Abdulkadir: “Mustafa Kemal bize söz verdi, yeni Türk devleti İslâm kardeşlerimiz, biz onların bu dar gününde onlarla savaşamayız, eğer verdiği sözü yerine getirmez, bizi kandırır, hakkımızı vermezse, o zaman biz bilek gücümüzle onlardan hakkımızı almaya muktediriz, Kürdistan’ımızı kurarız” diyor, ne yazık ki O’da Şark İstiklal Mahkemelerinin kararıyla 29 Haziran, 1925 günü Diyarbekir’de oğlu ve diğer 45 kişi ile birlikte idam edilir. (O şehitlerimizin hepsini saygıyla anar, “Toprakları bol olsun” diyorum)
O bu öneriyi reddedince Sivas Kürd Alevi Beylerinden Alişan Bey, Alişêr ve diğer bazı kişilerle 1921’de Zara, İmraniye Divrig, Kangal ve diğer yerlerde Kürdistan Devletinin kurulması için baş kaldırırlar, Ankara hükümetinin reisi bêbav Mustafa Kemal kendi arkadaşlarından General Sakallı Nureddin Paşa ve Topal Osman’ın kumandasındaki faşist orduyu oraya gönderir, orada on binlerce çoluk, çocuk, genç, ihtiyar, kadın ve kızlarımızı barbarca öldürtür. Ardından 1925’te Şeyh Said harekatı, yine onbinlerin ölümü. O yıldan iki yıl sonra, yani 1927-32 yılına kadar devam eden Ağrı, Zilan katliamı, ki o gün faşist ve barbar Türk devleti “Biz Kürd sorununu Ağrı dağına gömdük” dediler, fakat beş yıl sonra, 1937-38 Dersim katliamı olunca bu kez yine “Biz Kürd sorununu Munzur’a gömdük” dediler, fakat yanıldılar. Okul açıp bizi o okullarında asimile edip, Kürd sorunundan uzaklaştırmak istediler, yine bu istem de olmadı, istem ters döndü. Kürd okuyunca kendini ve dünyayı daha iyi tanımaya başladı, “Benim Ülkem Kürdistan’dır” ona: “Ülkemden defol “demeye başladı. Örnek 49’lar, sonra DDKO, illegal siyası partiler. İşte faşist devlet baktı ki Kürd sorunu Ağrı ve Munzur dağına gömülmemiş, daha canlı ve bir volkan patlaması gibi ortaya çıktı. Faşist devleti yöneten kadrolar bu gerçeği gördüklerinde hemen ne kadar şeytanı elemanı, iti, miti varsa onları bir araya getirerek bu meseleyi kendi egemenlikleri altında bulunan Kuzey Kürdistan sorununu nasıl çözeceklerini uzun uzun düşündüler. Dünyanın da eski dünya olmadığını göz önünde bulundurarak, şu karara vardılar: “Biz bu meseleyi top, tüfek ve silah zoruyla halledemeyiz; çünkü bunların meselesi devlet kurma, bir ulus olmayı kanıtlayıp dünyaya duyurmak ve tanıtmak. En iyisi biz bu güçlere karşı, yine onlardan bir paravan örgüt kurup silahlandırarak, birlikte “Kürdistan” diyen bütün kişi ve kurumları yok edelim. Bizden yana Ağa, Şeyh, Seid kişilere daha fazla belirli imtiyazlar verip, onları yanımıza çekelim; onların mürit ve xulamlarından Rus Çarı’nın barbar Kazaklardan oluşturduğu silahlı bir ordu, bir başka deyişle tıpkı Hamidiye Alayları gibi silahlı bir köy koruyucuları adlı bir ordu ile, kurduğumuz kurumun silahlı elemanlarıyla saldıralım “Kürd’üm ve Kürdistan devletimi kurmak istiyorum” diyenlere, bunları hem çeşitli metotlarla öldürelim ve hem de iki ateş arasına koyarak bunları bu topraklardan Batı metropollere gönderelim, ki oralarda onların eriyip asimile olmasını sağlayalım. Yani bunları göçertelim, köylerini yıkalım, yakalım, ki nüfus azalsın, kalanlar da azınlık statüsüne girsinler ki bir daha Ulus Devlet ve Kürdistan demesinler. Dil isterlerse zaten bütün devletler azınlıklar için dil kursunu öneriyorlar, bizde öyle yaparız dediler ve planlarını hayata geçirdiler.
Evet sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim; işte faşist Türk devleti PKK’yı böyle ortaya çıkardı, onunla birlikte on binlerce insanımızı katletti, dört binden fazla köyü yerle bir, koca coğrafyayı tahrip etti. Milyonlarca Kürd yerini, yurdunu terk ederek düşman metropollere giderek, asimilasyon çarkının önünde sıraya girdi. Yani Türk devleti, Kürd, Kürdistan sorunu için PKK’yı özel olarak çıkardı. Bu kurum önce Kürdistan’da Kürd’ü katletmeye çalıştı, binlerce beyin insanımızı, çocuğuna bir pabuç alma hasretini çeken, yüklü bir maaş ve zalim ağasının isteğiyle koruyucu olan zavallı cahil insanımızı, çoluk, çocuk bebeğini öldürdü. Kendi içinde de 17 bin genç infazı. Hiç unutmam, tam öylesi bir zamanda evime gelen bir cahil PKK’lıya “Yahu çocuklar, bebekler öldürülmez, onlar geleceğimizin gençleri olacaklar” dediğimde bana: “Sen ajansın, unutma yılanın yavrusu zehirsiz olmaz, yavru iken başı ezilmeli” deyince üzüldüm, beynimden vurulmuşa döndüm, sonra “Lütfen ajanın evinden çık git, bir silah al gel beni ve
çocuklarımı öldür” dedim ve evimden kovdum. Bu zırcahil kişi bugün Ankara’da oturur, 10’dan fazla dairesi var, ülkesi Kürdistan’da ise beş kuruşluk bir yatırımı yok.
Evet, sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim, PKK’nın anlayışı bu, PKK budur. PKK bu gibi olaylarla da yetinmedi, o sevgiyi, evliliği, yasaklayarak bütün gençlere “Burjuvaziye köle mi doğurup yetiştireceksiniz” deyip Kürdistan’da nüfusun azalmasına da sebep oldu, doğaya karşı büyük günah işledi ve halen işliyor. O, binlerce yıllık örf ve adetlerimizin yok olmasına sebep oldu. Büyüğe karşı saygıyı, küçüğe karşı sevgiyi küçümsedi, doğru olmadığını söyledi. Torunun dedesine, nenesine, anne ve babasına, büyük abla ve ağabeysine “Heval” dedirterek “İhtiram” denen kavramı ortadan kaldırdı. Erkek Gerillanın, genç Gerilla kıza “Seni seviyorum” demesi en büyük suç sayıldı ve söyleyen genç barbarca öldürüldü. PKK başkanı bu olumsuz, insan tabiatına aykırı emrini verince acaba kendisi hiçbir kadınla ilişkiye geçmedi mi? O ve onun xulam üst kadroları kendilerini iğdiş mi yaptılar? O, yani İmralı’daki Başkan sözüm ona kendi anlattığı çözümlemelerinin saçmalıklarıyla kendini Harranlı İbrahim, Mekkeli Muhammed yaptı ve Karl Maks’ı, Engels’i Lenin’i, Hegel’i Newton ve Kant’ı aştığını, yarı Tanrı olduğunu söyledi, dinleyenlerde inandı ve halen inananlar var.
Evet, sevgili okuyucular, bu dediklerim PKK hakkındaki bizzat şahsı görüşlerim. PKK bir devlet projesi ve devlet çıkardı. Eğer insan üstü bir güç varsa, “Tanrı” denilen yüce varlık, “Kürd halkını bu PKK belasından kurtarsın” diyorum.
Şimdi de geleyim başlıktaki ikinci konuya. Yani Zazalar Kürd, Dr. M. Nuri Dersımi Ajan mı? meselesine.
Sevgili okuyucu kardeşlerim, ben 85 yaşında bir Dersim Kürdüyüm. Baba Mansur Ocağının merkezi bir köyünde dünyaya gelmişim. Sekiz, on yaşımdan sonra da köyümüzde dedelik yapan iki önemli kişiyle Dersim ve Elazığ’ın sayısızca köylerini gezdim, köçek, yani kamberlik yaptım. Gezdiğim bütün Dersim Zaza köylerinde yaşayan, yediden yetmişine kadar hiç birisi kendine “Ben Zaza’yım” diyemez, Zazalığı hakaret olarak kabul ediyordu. Kendisine “Ma Kurmancım” der, konuştuğu Kürd lehçesine de “Dımılki” diyordu. Zazalığı kabul etmemelerinin nedeni İslâm’ı kabul eden Şafi î Zazalar içindi. Onlara göre Şafi î Zazalar onlardan değil ve aynı menşeden değillerdi. Yani inanç, din ve mezhep farkı bunları birbirinden uzaklaştırıyordu. 1959- 70 arası gelişen süreç içerisindeki Kürd Ulusal Harekatın gelişmesi, faşist Türk devletini rahatsız etti. Devlet her zaman yaptığı gibi, Kürdü Kürd’e karşı düşmanlık temelinde örgütlemiş, Kürd’ün Kürd’ü öldürmesini sağlamıştır. Bu Osmanlı ve İslâm dinînîn anlayışından da gelen bir gelenek ve uygulama.
Evet, devlet Kürdün bu uyanış hissini hissettiğinde, özellikle de 12 Eylül 1980 faşist darbeden sonra, devlet sıkı bir şekilde harekete geçerek Rayber, Zeynel, Qaso gibi hain, aslen Siverekli olan Ebubekir Pamukçu’yu buldu ve onu İsveç’e yolladı. Ebubekir İsveç’in başkenti Stockholm’e yerleştikten sonra orada “PİYA” adlı bir dergi çıkararak o dergide “Zazaların Kürd olmadığı, ayrı bir halk ve dilinin de Kürd dilinden ayrı bir dil olduğunu” söyledi ve zaman içinde kendi gibi kişileri de bularak işine devam etti. O kah Zazaları götürüp Ermenilere, kah götürüp Perslere dayattı durdu, fakat göle attığı maya yoğurt oldu çıktı. Yani daha önce Zazalığı kendilerine hakaret sayan Dersimlilerin birçoğu onun talebeleri olup onunla aynı tamburu çalmaya başladılar; ki bugün de birçok Dersimli “Ben Zazayım, Kürd değilim” diyor. Hiç unutmam değerli bacımız, Gülistan Perwer bana: “Kek Rıza, Paris’te bir konserim vardı. Program sonrası dışarı çıktığımda yüzü gözü kan içinde genç bir delikanlı var gücüyle bağırarak “Yaşasın Zazaistan, Kahrolsun Kürdistan” diyordu demişti, ki O’da Pamukçu’nun bir talebesi idi. İlginçtir Beko ölmeden önce de itiraf ederek “Ben Mit ile anlaştım” demiş. Yani devlet Kürd’ü Kürd’e düşman etmek için, Kürd’ü yüz parçaya bölmek için her yola ve her çareye başvurmaktadır. Bunun için de her kim ki kendine “Ben Kürd’üm” diyorsa, düşmanını iyi tanıması gerektiğine inanıyorum.
Geleyim Zazalığın bir başka konusuna.
Sevgili Kürd kardeşlerim, Kürd Alevilerinin 12 ocakları, Dersim merkezlidir. Yani 12 kutsal ocak. Ayrıca Alevilikte, daha doğrusu Rêya Heq inancında yönetici üç kurum var. Birinci kurum Rayber, yani inanca ve yaşamın her alanına yol gösteren kişi. İkinci kurum, Pîrlik kurumudur, ki bu saygı duyulan, kendisine hürmet edilen, genel insani bilgi dağıtan kişi. Üçüncü kurum, Mürşit, ki bizler buna “Mîr Şît” diyoruz. Mitoloji ve söylentiye göre, Nuh Peygamber’in küçük oğlunun ismi Şît imiş, babadan sonra da o ailenin reisi olmuş. Kürdler de Kral, Padişah, Han ve Şah yoktur, Mîrlik vardır. Mîr, Pers’in Şah’ı, Türk’ün Han’ıdır. Yani Şît Peygamber’in, bir başka deyişle Kürd Şah’ının, Kürd Kral’ının oğlu olduğu için en üst kurumdur. Yani biz Kürdler Nuh Peygamberi, atamız sayarız.
Şimdi bunları belirttikten sonra geleyım Zazaların Rayber, Pîr ve Mürşitlerinin kimler ve hangi halktan olduklarına.
Dersim Zazalarının büyük çoğunluğu Kurêş Babanın müritleri. Peki Kurêş Baba Zaza mıydı? Oysa Kurêş Baba asırlar öncesi Semsur, yani Adıyaman yöresinden Peri ırmağının kenarında olan Çeleqas adlı köye gelir. Bu köy İzol aşiretinin bir köyüdür. Bu köyün karşısında, yani ırmağın öbür Güney tarafında Ferec köyü var, ki bu köy de Xıran aşiretinin bir köyüdür. Bu iki aşiret de Kurmanc Kürdler. Peki niye Kurêş Baba Semsur’dan gelirken Dersim Zazalarının içine gitmiyor, Çeleqas ve Ferec köyüne yakın olan, Moxındi köyünde duvar yürüten Baba Mansur’la tanışıp onun talıbi, yani müridi oluyor? (Kurêş Baba ve Baba Mansur hikâyesi uzun. Ben bu hikâyeyi “Destana Evina Seid Mistefê û Axcihanê” adlı kitabımda detaylı bir şekilde yazmışım. İsmail Beşikçi yayınlar) Kurêş Baba daha sonra Nazmiye tarafına gider, oraya yerleşir, çocukları, torunları orada Kürdün Dimilki lehçesini konuşurlar. Yani Kurêş Baba bir Kurmancdır, haramzadelerin dedikleri barbar Türkmen değil. Gelelim Pîrlik meselesine. Dersim halkının yüzde doksanının Pîrleri Baba Mansur ve Sey Sawûn’dur, ki bu iki ocak ve aşiret de yine Kurmancdırlar. Gelelim son üst kurum Mürşit meselesine. Mürşit, Alevi, Rêya Heq inancında en yüce hukuki kurumdur. Yani bir ülkenin Anayasasının başkanı gibi. Dersimde bu kurum Ax û Can, ya da Ax û Çan, ki bugün bu ocak aşiretine “Axûçan” deniliyor, merkezi de Hozat; ocak ve aşiret reisi de, haramzade İzzeddin Doğan’dır, kendiler
Malatya’nın Doğan kasabasında otururlar. İzzeddin ile yaşıtız. Merhum annesi Elif Ana, Elif Ananın babası merhum Sey Süleyman ve benim babam aynı evin damı altında doğmuşlar. Lodek köyü. Benim, eşim ve üç çocuğumun kaydı hâlâ bu köydedir. Yani çoğu Dersim halkının Mürşit’i olan Axûçan aşireti ve reisi İzzeddin Doğan, Kurmancdır. Peki neden Zazalar kendilerine Rayber, Pîr ve Mürşitlerini Zazalardan seçmemişler? Bunun cevabını verirlerse sevinirim. Bir kez feodal bir sistem ve kapalı bir ekonomik yapı içinde yaşayan ayrı ayrı aşiretler kendilerine yeni sözcükler üretmişler. Bugün bir Dersimli Kurmanc, Diyarbekir, Bedinan ve Mardin Kurmanc Kürd’ün birçok sözcüğünü anlayamaz. Örnek, Dersım’de bir ağaca, ya da her hangi bir ot türüne verilen isim, Diyarbekir, Bedinan ve Mardin’de başkadır. Ortak dil bir devletleşme sorunudur, ki biz Kürdler yüzyıllardan beri devletsiz bir halkız. Ayrıca Arap dünyasına baktığımız zaman, görüyoruz ki bir Lübnanli bir Mısırlıyla anlaşamaz. Bunu bir çok ayrı halklarda da görebiliyoruz. Diyelim Zazalar ayrı bir halktır, peki bunların kurtuluşu kimlerle olacak? Kendini Kürdlerden ayrı tutan bir Zaza’nın sonu Zaza olmaz., barbar Türk olur. İsterlerse olsunlar; bu konuda özgürdürler. Zaten bir çokları da olmuş.
Evet, sevgili okuyucular, bu sefer de geleyim Dr. M. Nuri Dersimlinin ajan hikayesine. Ben bu alçak ve iğrenç yakıştırmayı kaç yıl önce Ali Ülger’in çıkardığı Kızılbaş Dergisinde, Sait Çiya adlı bir kişinin makalesinde okumuştum. Şimdi de değerli araştırmacı yazar arkadaşım Munzur Çem’in Roja Welat sitesine yazdığı bir yazısından öğreniyorum ki Dersim’de Ebubekir Pamukçular, Sait Çiyalar çoğalmış. Dr. M. Nuri Dersımliye bu iğrenç iftirayi atan kişi ve kişiler ya ona düşman, ya cahil zrdelinin biri, ya da Kürd düşmanıdırlar. Bir kez Dr. M. Nuri Dersimliyi Kürdistan’ın dört parçasındaki bütün liderler, tarih yazarları, entelektüeller, dünyayı çok iyi tanıyanlar onu iyi tanır, onu emsalsiz bir Kürdistan Yurtseveri, Kürd özgürlük sevdalısı olarak sever ve sayarlar. Güney Batı Kürdistanli kardeşlerimiz onun mezar türbesini kendilerine Kâbe yapmışlasr. (Faşist Türk devletinin alçak ve barbarları onun mezar türbesini kırıp, kemiklerini de çıkarıp ezmişler)
Dr. M. Nuri Dersımli Sey Rıza’nın isteği üzerine Bınê Xetê, yani Güney Batı Kürdistan’a gönderiliyor, ki o orada çeşitli uluslararası kurumlara, büyük devletlere Kürd Kürdistan sorunu için mektup yazsın, onlardan yardım istesin. Doktor, oraya gitmeden önce, Şeyh Seid katliam sonrası o parçaya giden sayısızca Kürd yurtseverleri var. Mesala şairlerden Qadir Can, Ciğerxwîn, Osman Sabri, Bedirxan kardeşler, Ekrem Cemil Paşalar ve Xoybun’u kuran bütün kadrolar orada. Eğer Dr. M. Nuri Dersimi ajan olsaydı, o kişi ve kadrolar onu birgün bile yaşatmaz öldürürlerdi. Ama onlar hem ona saygıyla bakıyor ve hem de onun kim olduğunu biliyorlardı. Onun bir devlet memuru ve ya doktoru olması onu ajan yapmaz. Eğer bugün Türk devletinin her hastahanesinde çalışan doktor, hemşire, diğer kurumlarında çalışan her Kürd memur ajan ise, bugün yüzlerce Dersım Zazası Türk devletinin memurudur; onlar ajan mı? Ajan eskiden (ilk başta) Diyab Ağa, Rayber, Zeynel, Pırço, daha sonra Aslan Bora, Kamer Genç ve bugün de Kemo Kılıçdaroğlu’dur. Ajan adam ajanı olduğu devlete -Kürd gençlere hitabesinde- “İntikam, Kürd dünyasında uluyan sırtlan ve çakallar ırkının mülevves vücutlarında Kürd vatanını tathir için” diyemezdi. O uzun tarihi hitabesini yazmazdı. Ona kim “Ajan” diyorsa, ben dünyanın en büyük alçağı odur diyor ve bir Kürdyurtseveri olarak da, o doktor amcamı, liderimi, en derin Kürdlük hislerimle anar “Toprağı bol olsun” diyorum. Saygılar