
Değerli okuyucu kardeşlerim, ben zaman zaman önemli bir konuyu tekrarlamayı adet edinmiş gibiyim. Konu ise ülkemiz Kürdistan’da gelişen siyasi veya diğer halkımız arasındaki anlamsız olaylar. Ben ülkemden çok uzak olduğum için, ülkemde gelişen her siyasi olayı takip etme olanağım yok ve içinde yaşadığım ülkenin kuralları da, ülkemizden, hatta Avrupa ve Amerika’dan da çok farklı. Yani bu ülkenin insanlarının çoğu dünyada gelişen olaylardan habersizdirler. Örneğin sokakta bir Avustralyalı sana “Nerelisin” diye sorsa, sende “Kürdistanlıyım” desen ilk sorusu, kendi ana lisanıyla sana “Orası da neresi” diye sorar. Görsel basın ise dünyada gelişen olayları o denli halka duyurmuyor. Ama af buyurun ülkenin bir yerinde eğer bir köpek bir kişiyi ısırmış veya biri köpeği dövmüş, günün 24 saati insanlar o haberi dinler. Ayrıca bu ülke, asalak ve avantadan geçinen insanların ülkesi. Adam var ki 70 yaşında, hiçbir gün çalışmamış, yaşadığı ülkenin ekonomisine bir on sent katkı sunmamış. Yani böyle bir ülke burası. Kısacası ben böylesi bir ülkede ülkemin siyasetini yakından
takip eden, gelişen her olayı, her gün değişen günün gündemini bilincim oranında yorumlama olanağım yok. Zaten bir siyaset yorumcusu da değilim. Sağ olsunlar ülkemizde bu işi yapan yüzler, binler var. Örneğin Heydoyê Şewq, Barzanî ailesine bir düşman gözüyle bakadursun, serokunu övüp göklere çıkarıp, kendini de büyük adam, büyük yazar, ünlü siyasetçi tanıtsın, Ali Aydın Efendimiz İmralı adasında olan
Tanrısı Öcalan’a “Büyük Kürd filozofu” desin, xwedêgiravî Ortadoğu Siyaset Yorumcusu Faik Bulut, Mele Mustafa Barzani ve oğlu Mesud’u eleştirip, Nêçirvan’a “Teknokrat, milyarder” desin, Mamut Alınak kardeşimiz “Emekçilerin Devrim Hareketi” adına her gün bir yazı ve “Düşünen, tartışan ve çözüm bulmaya çalışan insanlara ihtiyacımız var, bu ülke “Talanistan” deyip Türkiye’de devrim rüyasını görsün, Memo Şahin kardeşim PYD yoldaşlarına neden Batı Kürdistan’a “Kuzey
Suriye” dedikleri için sitemde bulunsun. Kandil’deki kahramanlar her gün palavralarla “Biz halkımızı Türk, Fars ve Arap zalimlerin zulmünden kurtaracağız” desinler, ben ise, bu yazının başlığı olan şu cümlenin “Anne, Baba ve Halkından Utananlar” gerçekliğini üç ayrı örnekle siz okuyuculara sunmaya çalışacağım.
Bir: Sülü Ağa Dêrsim Nazmiye yöresinde yaşayan Qılan aşiretinin bir ferdi. Dêrsim katliamından önce oğlunu Elazığ’daki bir Türk okuluna gönderir, oğlu orada bir akrabasının yanında okumaya başlar, katliam döneminde ailesinden çoğu insan katledilir, ama Sülü Axa, eşi ve diğer çocuklar kurtulur. Yaşadığı yöre tarıma o denli elverişli olmadığı için hayvancılıkla, yağ, çökelek, senede birkaç baş hayvan satarak
geçimini sağlamaya çalışır, babamın da iyi bir dostu idi ve tip itibariyle de tipik sarı saçlı, yüzü çilli bir İngiliz veya bir İsveçli gibi, sol boynunun kulak dibinde de koca bir ur, Kürdçe ile “Qasî çutaneki” (Kurut) vardı, biz yine o tür et benine Kürdçe “Balûg” diyorduk. Sülü Ağa her sonbahar döneminde bize çökelek ve yağ getirir, karşılığını da babamdan buğday, arpa ve bulgur alırdı. Yani o dönemde para pazarı o denli gelişmemiş, her şeyimiz takas yoluyla olurdu. Biz Sülü Ağayı çok sever, fakat boynundaki balugu, yani et benini alay konusu yapardık. Sülü Ağa babam ve biz Kurmanc lehçesini konuşanlara Kurmanca konuşur, babam ve diğer büyüklerimiz onunla Dimilki, yani bu günkü deyim ile Zazaca konuşurlardı. Kısacası iki Kürd lehçesi iç içe idi. Ayrı, gayrı yoktu bugünkü Ebubekir’ Pamukçu’nun talebeleri gibi. Neyse uzatmayayım. Sülü Ağa’nın oğlu, Elazığ’da liseyi bitirir, üniversite imtihanını kazanır, büyük bir sevinçle babasının parasıyla gider Ankara’daki bir üniversitenin mühendislik bölümünde okumaya başlar, birkaç ay sonra, babası Sülü Ağa Elâzığ’da trene binerek Ankara’da okuyan oğlunu görmeye gider, ki Türkçeyi de pek bilmez. Ankara garında indiğinde elindeki adres ile bir faytona biner gider üniversitenin kapısında iner. Kapıdaki kapıcıya elindeki adres ve oğlunun ismini verir, oğlunu görmek istediğini söyler, kapıcı da orada okuyan bir diğer delikanlıya Sülü Ağa’nın oğlunun adını verir, delikanlı gider oğluna “Kapıda yaşlı bir adam seni görmek
istiyor” der ve oğlu bir kaç arkadaşıyla kapıya geldiğinde Sülü Ağa onu kucaklayıp öpmek ister, o babasını iterek “Sen kimsin, ben seni tanımıyorum, sen babam değilsin” dediğinde Sülü Ağa oturur ağlamaya başlar, olay dekana duyurulur, dekan kapıya gelir, ağlayan Sülü Ağa’yı görünce üzülür ve hemen oğlunu çağırarak “Ulan it, ulan utanmaz, bu senin baban, seni büyüten, okutan buraya gönderen bu yaşlı adam. Sen bunun kılık kıyafetinden utanıyorsun değil mi? Ulan sen buna kurban
ol. Seni bu okuldan atardım, ama bunun hatırası için, bunu yapamam” der ve Sülü Ağa ağlayarak evine döner. Adam bu olayı gözyaşları içinde babama anlatır, biz kardeşler de dinliyorduk. Evet, babasından utanan utanmaz hainler, alçaklar. Em in ev gela……….
İkinci olay. Yıl 1960, 27 Mayıs cuntasından bir ay sonra İstanbul Sarıyer Ordu Evinde şef garsonum, Bahriyeli. Ne büyük unvan değil mi? Benden dört ay sonra asker olan, aslen Malatya Pötürgeli, fakat İstanbul doğumlu Atilla Marmara adlı bir delikanlı ben gibi asker geldi. Atilla lise sondan terk, orta boylu, yakışıklı, tipik bir Kürd. Ordu Evi büfesinde de çalışan, aslen Giresunlu, fakat askerlik öncesi ana, baba ve kardeşleriyle gidip Bursa’ya yerleşen, orada kalaycılık işinde çalışan, yakışıklı, merhum Zeki Müren gibi güzel bir sese sahip, müzik hastası Ahmet Turan adlı arkadaşla tartışırken Atilla, hep ona: “Kenarın dilberi, kalaycının oğlu” der, ona ve diğer arkadaşlara da bazen “Babam general, dördüncü ordu komutanı” bazen “Babam kurmay albay, bizim Taksim Feridiye caddesinde bir apartmanımız var, ismi de Malatya apartmanı” der, övünür, herkesle alay ederdi, ama bana gelince yağcılık yapar, beni çok sevdiğini, bana da babasının general olduğunu söylerdi, ama ben inanmıyor, sadece onu dinlerdim.
Evet, uzatmayayım. Benim askerlik öncesi Kasımpaşa’da oturan Bursalı Mehmet amca adlı bir ihtiyar dostum vardı. Sık sık gider ona misafir olur, birlikte oturur rakı içerdik. Ben ona “Baba” eşine de hep “Anne” derdim. Bir hafta sonu izine çıktığımda, bir şişe rakı alarak Mehmet amcaya gidip misafir oldum. Biz oturup rakı içmeye başlarken, kendisine “Anne” dediğim eşi birden ev kirası meselesini açarak “Bu alçak ev sahipleri daha aybaşı gelmeden gelir kira isterler. Rıza biz bir zaman Taksim Feridiye caddesinde bulunan Malatya apartmanı adlı bir dairede oturuyorduk. Sahibi kapıcı Malatyalı bir Kürd, ismi de Abdullah idi. Adam her zaman bir hafta önce gelir kira isterdi. Adam kapıcılık yaparak apartman sahibi olmuş, ama kapıcılığı bırakmamış, hâlâ Aynalıçeşme’de bir apartmanın kapıcısı ve Şişhane’de de bir belediye kulübesinde sigara, rakı, şarap ve mefruşat satar gündüzleri, eşi de her zaman kapıda” deyince ben: “Anne çocukları var mı o adamın?” dediğim de “Elbet, senin yaşında Atilla adlı bir oğlu var. Çünkü biz yalnız onu görürdük. Başka kaç çocuğu var bilmem” dedi, biz konuyu kapattık, Ertesi gün Ordu Evine dönmeden önce Şişhane’ye gidip Abdullah amcayı gördüm. Adam çiçek hastalığından yüzü çopur, iriyarı, Türkçeyi çok düzgün konuşamayan bir kişi; selam verdim, kendimi tanıttım, (asker değil) adam bana bir de gazoz verdi içtim, teşekkür ederek Ordu Evi’ne döndüğümde, Ahmet Turan arkadaşa: “Ahmet ben Atilla’nın babasını gördüm” diyerek bütün olayı anlattım ve koğuşa dönüp elbiselerimi değiştirdiğim de, Atilla içeri girerek ağlar bir şekilde “Rıza sen niye Ahmet’e babamın kapıcı olduğunu söyledin”
dediğinde, sinirlenerek “Ulan utanmaz herif o baban kapıcılık yaparak sana koca bir apartman yapmış. Çalmamış, çırpmamış, kimseyi dolandırıp soymamış, alın teri ile o binayı dikmiş, sen ise kapıcılık yapan babandan utanıyor, yalan söyleyerek onun general olduğunu söylüyorsun. Oysa o bir emekçi. Sen o babaya kurban ol; haramzade, bir daha böyle şeyleri senden duymak istemem dedim ve terhis sonrası beş yıl sonra 1968 yazın da Beyoğlu İstiklal caddesinde Atilla ile karşı karşıya geldik; Atilla olmuştu bir MHP’li, Harbiye Amerika bankasında işe başlamış, Vedat Demircioğlu’yu öldürenlerin arasında olduğunu, Türklüğün on bin yıllık tarihinden başladı ve ben “Yolun açık olsun” demekten başka bir şey söyleyemedim, elini de sıkmadan ayrıldım.
Üç: Yıl 1965, gün 28 Şubat, Kıbrıs’tan İstanbul’a dönüp Kasımpaşa, Küçük Piyale (Faşo Reco’nun doğup büyüdüğü mahalle) Resne adlı bir sokağın küçük, bir apartmanın birinci katına yerleşiyorum, eşim ve iki küçük kızımla. İki ay sonra önce üç küçük kardeşim yanıma geliyorlar. Biri o yıl orta bire, büyüğü, orta ikiye, ikisinin büyüğü, ilkokuldan sonra okumamış, ismi de babamın ismi Ali. Onu da bir kahveci arkadaşımın yanına çırak olarak veriyorum. Hafta da 40 lira haftalıkla. Daha sonra da bir gece kulübüne komi olarak işe başladı, gece çalışır, gündüz yatardı. O yıl Ali’ye son model takım elbise giydiriyorum. Sonra merhum annem geliyor yanıma. Oturduğum daire de üç odalı. Odanın birini de amcamın oğlu merhum Yado ile evlendirdiğim, daha önceleri bu sitede destanını yazdığım yeğenim Anık’a vermiş, birlikte oturuyorduk, o kadar kişilerle. Çünkü Anık ve annem bir tek kelime Türkçe bilmiyorlardı. Nene ve torun arkadaş olsunlar, yabancılık çekmesinler diye. Bir gün işten eve döndüğüm de annem rahatsız olduğunu, onu doktora götürmemi söyleyince, daha işine gitmeyen Ali’ye: “Ali yarın sabah işten eve döndüğünde, yatmadan önce annemi doktora götür” dedim, Ali ertesi gün annem ile kendisinden yaşça büyük olan yeğeni Anık’ı da yanına alarak doktora götürmek için yola çıkınca, Ali, Anık yeğenine: “Ben önden yürüyeceğim, siz de arkamdan yürüyün, gören seni yeğenim, annemi de annem sanmasın” deyince, annem ve yeğenim hemen eve geri dönüyor, annem oturup ağlamaya başlar ve kendi diliyle “Hey Xwedê o, va Alê minê poz kurmî, (burnunda kemik vardı, geceleri hep horladığı için) neh meh di ziki min da bû bar, di nav şeqên min da derket, min girs kir, mezin kir anî vê rojê, îro jî va pê min qayîl nabe, naxwaze li tev min here derekî” diyerek ağlamaya başlar. Akşam eve döndüğümde annemi üzgün, ağlar bir şekilde görünce merakla “Dayê çira digîrî?” dediğimde Anık bana olayı anlatınca, dünyam yıkıldı. O annem ki, en az bir yetmiş boyunda, kara kaşlı, ceylan gözlü, güzel mi güzel, saçını biz altı oğluna süpürge
yapan, bizler için üvey oğlundan defalarca dayak yiyen, ıstırap çeken, babamın ölümünden sonra her onu istemeye gelene “Benim altı kocam var, yedinciye ihtiyacım yok” diyen annem, İstanbul’da köydeki uzun ve kırmalı fistanıyla, başındaki fes ve etrafına sardığı “Şar” adlı geniş, siyah renkli çarşafımsı kumaşla, hiç bir güzellik pudra ve ya benzeri şeyler kullanmadan gezen annem, oğlu onu, aynı köy giyimiyle annemle birlikte olan yeğenini yanında görmeye utanıyordu. Ya Ali’nin
sonraki hayatı?????????????? Onu da yine ancak ben ve eşim bilir.
Evet sevgili okuyucular, tekrar edeyim: “Em in ev gela”. Bizlerden böylesine çok alçak Kürdler var. Ya isminden utanan ana sıfatını taşıyan kadınlarımız? Bizim Besêler, Türk’ün tuvaletine ayak bastığı günde hemen “Yeter” Kekolarımız “Kemal” Yadolarımız “Aydın” oluyorlar. İnanın sevgili kardeşlerim 50 yıldır bu çok kültürlü, çok renkli, alabildiğine demokratik bir ülke ki yaşadığım Sydney Eyaletinde 270 ayrı etnik yaşar, hepsi kendi ana dilini evinde konuşur, çocuğuna ana dilini öğretmeye çalışır, etnik radyo ve televizyon 74 dilden yayın yapar, haftada iki saat da Kürdçe, bizim Besêler burada da “Yeter” olmuş, Türkçeyi konuşurken de o dilin içine de…… ama ana dilini konuşmaktan utanır. Bunu yalnız Besêler yapmaz, Hesolar, Husolar, Xıdolar, Memolar, Heydolar, Cemolar, Mistolar, Rızolar ve binler. Bunlar zaman zaman bir araya geldiklerinde hep Türkçe konuşur, eğer yanlarında bir Türk varsa, ben gibi biride gidip onlarla Kürdçe konuşmak istediğinde, sanki onlara küfür etmiş gibi, kızar ve o bir tek Türk’ün yanında Kürdlüklerinden utanır, Kürd olmadıklarını, Kürdçe bilmediklerini söylerler, ki bunların Türkçeleri de Tarzanvari. İnanın çoğu kez halkının adından ve ana dilinden utanan bu tür bêbav haramzade Kürdlerle aynı soydan geldiğimden utanıyorum. Bunu özellikle Kuzey Kürdistan da doğup büyüyen Kürdler için söylüyorum. Çünkü diğer parçalarda doğup büyüyen Kürd kardeşlerimi hem burada görüyorum hem de diğer üç parçayı gezerken görmüşümdür. Eğer gerçekten “Xwedê” dediğimiz insanüstü bir varlık varsa, Kuzey Kürdlere biraz akıl versin, bu iğrenç utanç duygusunu bunların beyinlerinden, Apoculukla birlikte silsin, yok etsin diyorum.
Böylesine bir dilekle. Hoşça kalın sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim.
rizacolpan@gma