Sevgili okuyucu kardeşlerim, 31 Mart günü bin yıldan beri hem Rum toprakları üstünde egemenlik kurmuş, hem de ülkemiz Kuzey Kürdistan parçasında egemenliğini kuran zalim Türk devletinin yerel Belediye seçimleri oldu. Bu seçimlerde iki Kürd düşmanı blok birbirleriyle yarıştı. Birinci blok İslâmî zalim düşman, Cumhur ittifakı büyük kentlerdeki egemenliğini kaybederken, Kürdlerin bir kesimini kendine xulam yapıp, yedeğine alan Milli İttifak ise İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Antalya gibi kentlerde birinci parti olduğunu 18.000 kilometre uzakta da olsam, basında bu içimi yakan haberi duydum.
Sevgili kardeşlerim, ben bu konuyu yorumlayan kişilerden biri değilim. Zira yüzlerce siyaset bilimcisi, gazete köşe yazarları ve dünya basını bu konuyu yazdı, kendilerine göre yorumladılar. Kısacası ben bu konuyu detaylı bir şekilde yorumlayacak kişi hiç değilim. Ancak yukardaki başlıkla ilgili kendi düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Daha doğrusu açlık grevleri ile düşüncelerimi ve uzun yıllar öncesi
anılarımdan sararmış bir yaprağı da açarak, okumanıza sunmak istiyorum.
Evet sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim, şu an tam 84 yaşın içindeyim. Gençliğimin 16 yılı köyde, rençperdik, çobanlık, bazı Seid kişilerin ailelerine merhum babam, annem ve ağabeyimle marabalık, daha sonra, nedenini anılarımda anlattığım şekliyle Adana pamuk tarlalarında çapacı, oradan İstanbul’un bir nahiyesi olan Kasımpaşa, Gülhane sokağındaki Mıstê -Mustafa- Xolxol’lunun kahvehanesi’nin merdiven altını kendime mekân edip, iskelelerde hamallık, inşaatlarda harçci, duvar ustalarının amelesi, sonra gece kulüplerinde, yani bir nevi randevu görevini yapan, Bar, Pavyon batakhane yuvalarında, alçak ve serseri hovardaların para, zevk düşkünü bonkör, tefeci ve kan emici büyük iş adamlarının, kumarbaz, mafya ve uyuşturucu maddelerini satıp sayısızca insanları zehirleyen kişilerin uğrak ve eğlence yeri olan o lanet kurumlarda önce komi, sonra garson olarak çalıştım. Yani hem dünya siyasetinden bihaber, hem zalimlerin en büyük kenti olan koca İstanbul’un bağlı olduğu zalim devletin ne siyasetinden, ne sosyal yaşam ve kültüründen ne ekonomik durumundan, ne mensubu olduğum Kürd halkının acıklı durumundan ve ne de o bataklıklara düşmüş, annem gibi anne sıfatını taşıyan ve her birinin ayrı ayrı acıklı bir hikâyesi olan kadınların hikâyelerinden haberim vardı. Yani sadece çalışıp karın doyurmak, çalışarak biriktirebildiğim üç beş kuruşu anneme kardeşlerimi ve kendisini aç bırakmamak için gönderiyor, o durumu kendime bir kader, alnıma yazılmış Tanrısal bir yazı biliyor, zaman zaman da gizliden ve iç dünyamdan Tanrı’ya isyan ederek, neden bazı insanları alabildiğine zengin, köşk, villa, on binlerce dönüm arazi sahibi, bazılarını ise fakir, beş kuruşa muhtaç, aç, perişan, sefil, ben gibi insanları ve o kurumlarda konsomatris, randevu ve genel evlerinde tenlerini satan annem ve bacımın sıfatını taşıyan o zavallı kadınların o hale neden getirildiğine bir türlü aklım ermiyor ve o durumun nedenlerini bana anlatacak birini bulamıyordum. Gazetelere bakarken, sadece bulmacasına bakıyor, bazen de Yeni Sabah gazetesinde merhum Halide Pişkin’in Çöpçatan sütununa bakıyor, evlenmek isteyen insanların kısa biyografik yazılarını okuyor ve o yıllarda Kıbrıs meselesi için her kahvehanenin duvarına asılan koca afişlerdeki “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacak. Ya Taksim Ya Ölüm” sloganlarını okuyor, kendimi de halis Türk biliyordum. Sonra askerlik, üç yıl düşmanın deniz ordusunda bahriyeli ve terhis sonrası Kıbrıs, oraya ayak bastığımda başıma inen ilk balyoz. Yani sosyal uyanışım. Kıbrıs’ı Türkiye ile mukayese etme günüm. İlk o adada komünist insanları tanıdım. Grev sözcüğünü o insanlardan duydum ve bu konuda aydınlatıldım. 1965 Şubat ayında tekrar İstanbul’a döndüğümde, merhum Çetin Altan’ın bir talebesi olmaya çalıştım. Onun Akşam gazetesindeki “Taş” sütununda yazdığı bilimsel yazılarını ve o dönem çıkan “Onlar
Uyanırken” kitabını, Sosyalizm‘in alfabesini ve diğer birçok kitapları okurken dünyanın kaç bucak olduğunun bilincine vardım. Yani kitap, dergi ve gazeteleri okuyarak sosyalleştim ve o yıllarda çeşitli gençlik eylemlerine katılarak Beyazıt’tan Taksim meydanına defalarca yürüyüp “Sosyalist, Komünist Türkiye, Ordu Gençlik Elele” sloganını yürüyenlerle birlikte defalarca bağırarak tekrarladım. -Ordu Gençlik Elele, Mihri Belli’nin ortaya attığı bir slogandı- Sonra çalıştığım fabrikada sendikacı olmam ve çeşitli işçi grevlerine tanıklığım. Ocak 21 1970 günü bu ülkeye gelirken, o günden bugüne çeşitli grev türlerine rastladım. İlk defa, yanılmıyorsam 1980-81 yılında halkı için ölüm orucuna başlayan merhum İrlandalı Bobby Sands’in ölümü beni son derece üzmüştü. Yine yanılmıyorsam Bobby 61-62 gün açlık grevinden sonra vefat etmiş ve bu dünyadan göç ederek ülkesi için şehit düşen diğer kardeşlerinin kervanına katılmıştı.
Sevgili kardeşlerim bunları neden yazıyorum sorusuna gelince, günümüzde açlık grevlerinin bir kıymeti harbiyesinin kalmadığı için yazıyorum. Kürd sorunu, açlık grevleriyle çözülecek bir sorun değil. Eğer yalnız ölüm bu sorunu çözseydi, 1806 yılından bugüne kadar ölen milyonlarca Kürd kardeşlerimizin ölüleri bu sorunu çözmüş olacaktı. Kürd sorunu açlık grevleriyle, Tanrılaştırılan Öcalan için kendini
yakma, asıp öldürme ile çözülecek bir sorun hiç değil. Yukarıda dedim, Kürd halkı üç zalim ırka karşı kutsal hakları için iki yüzyıldan beri savaşıyor, ama amaçlarına ulaşamadı. Amaçlarına ulaşmamalarının sebebi de, dostu düşmandan ayıramadıkları, dost kim, düşmanın kim olduğunu net bir şekilde seçememeleri ve ayrıca da birlik olup ortak düşmana karşı savaşmamaları. Her başkaldırı, bölgesel bir başkaldırının ötesine geçemedi ve yenilgi kaçınılmaz oldu, bugün de aynı durum
söz konusudur. Ne güç birliği var ve ne de birlikte ne istedikleri.
Sevgili kardeşlerim, kusuruma bakmayın, ben kendi halkımın çoğu liderlerini sersem, egoist, kendini dev aynasında gören, her şeyi “Ben herkesten daha iyi bilir ve anlarım sevdasındalar. Benim gibi düşünmeyen, benim gözümle dünyaya bakmayan Kürd, benim ne ırkdaşım ve ne de kardeşim olabilir” diyenlerdir. Bunlardan en belirgini Abdullah Öcalan ve onun kurmay görevini yapan Kandil’dekiler ve legal alanında sözüm ona siyaset yapan HDP yöneticileridirler. Bunlar “Kayıtsız, şartsız, herkes gelsin bizim şemsiyenin gölgesinde otursun. Biz ne diyorsak onu yapsınlar” anlayışı içindeler, ki bu anlayış sağlıklı bir anlayış değildir. PKK kurmaylarının ve onun lideri çıktığı günden günümüze hep bu olumsuz mantıkla hareket etmekteler. Her sözüm ona Kürdistan’ı eylemleri halkımıza büyük zararlar vermiş. Bu hareket çıktığında “İç düşman” deyip yüzlerce beyin insanımızı acımasızca öldürüp yok etmiş, diğer bütün yurtsever örgüt ve partileri düşman safına koyup, onlara çalışma alanlarını kapatmış, birakujiyi kendine bir kutsal görev saymıştır. PKK lideri her gün yeni bir yumurta yumurtlamış, o yumurtaları akla gelen her türlü renk ile boyatmış, ama hiç birini tavuğun altına koyup kuluçkadan civciv çıkartamamıştır. Kendi içinde sayısızca beyin insanını yok ettiği gibi, kirli savaşıyla koca bir coğrafyanın tahribine, 4000 köyün yakılıp yıkılmasına, milyonlarca insanımızı zalim düşmanın asimilasyon çarkının önüne atmıştır. Hendek olaylarıyla on binden fazla insanımızın ölümüne, -o hendekler kazma ve kürek ile kazılmadı- ondan fazla şehir ve kasabamızın yerle bir olmasına sebep olmuş, hiç utanmadan da bu zararlı eylemini bilinçsiz kitlelere “Zafer” olarak kayda geçirmiş, milyonlar da buna inanmıştır. Çok yazık, çok yazık.
Sevgili okuyucu kardeşlerim, bu kadar bir açıklamadan, kısa birkaç söz anılarımdan sonra, başlıktaki son iki sözcükten oluşan, yani Açlık Grevlerinin meselesine gelmek istiyorum. Yukarıda dedim, günümüzde herhangi bir olay için, ölüm açlık grevinin bir kıymeti harbiyesi yoktur; ama PKK’lı şartlanmış müritler bunun bilincinde değiller. Sonra düşman elinde bir esir gibi bilinen Öcalan’ın tecridi için onu sevenler ölüm açlık grevine girmeleri, ne dünya kamuoyunu Türk zalim devleti için bir baskı organı haline getirebilirler, ne Türk devlet yetkilerini ve ne de yüzde doksan dokuz faşist, ırkçı devşirme Türk kamuoyunu insafa getirebilirler. Türk devletini yöneten bütün kadrolar, kendine “Ben Türk’üm, Müslümanım” diyen herkes, ölen Kürdler için büyük sevinç duyar, el ve ayak tırnaklarına kına yakar, ama ne yazık ki bunu anlayan Apocular yok. Binlerce kişi Apo’nun tecridi için açlık grevine giriyor. Yahu siz İmralı adasına gidip, Apo’nun üstündeki tecridi gördünüz mü? Size “Apo’nun üstünde Türk’ün zulüm tecridi var” diyen kim? Eğer gerçekten Apo’nun üstünde öyle bir tecrit varsa, o niye o zulmü protesto etmiyor, iki günlük açlık grevine girmiyor? Niçin o ölümü göze almıyor? Nasıl olsa yaş kemali bulmuş, Dimdim Kalesi’nin lideri merhum Kahraman Xanoyê Lep Zêrin gibi ölse, sevenleri tarafından daha da Tanrılaşmaz mı?
Leyla Güven, 165 gündür, sözüm ona Abdullah Öcalan’nın tecrit’i için ölüm orucuna girmiş, nedense hâlâ yaşıyor. Tabi onu takip eden yüzler, binler var, ki aklım bu insanların bu denli bomikça eylemlerine şaşıyor. Yahu niye Öcalan için ölüyorsunuz? Siz ölürseniz, o ahirette size şefaat verip, 70 huri ile sizi mükafatlandırıyor mu? Siz Apo için ölümü göze alırken, düşmana karşı savaşmak isteyenlerden birinin eksik olacağını neden aklınıza getirmiyorsunuz? Neden aklınıza başka demokratik bir eylem biçimi gelmiyor? Neden Gandi ve benzerlerini örnek almıyorsunuz? Neden boşu boşuna bir hiç uğruna yaşamınıza son veriyorsunuz? Madem yaşamınıza son veriyorsanız, bari ölümünüz bir işe yarasın, düşmanlara bir zarar versin. Eğer ölümü göze almışsanız, neden bombaları bedeninize sarıp gidip bir İstanbul köprüsünü, ya da Batı’daki herhangi bir askeri kışlayı, bir jet ve helikopter üssüsü havaya uçurmuyorsunuz? Unutmayın insan yaşarken ancak ideallerini gerçekleştirebilir, ölürken değil; lütfen bunu anlamaya çalışın. Ben Diyarbekir 5 Nolu zindanında kendini yakan, öldüren o gençlerin aklına şaşıyorum. Onlar ve diğer kendini asıp yakanlar ölmemeliydiler. Çünkü onlar geleceğin umudu ve gerçek birer lider ve kahraman olacaklardı; ama olmadılar, bir bilinmeze kurban oldular, bugünde bomikça kurban olan kişileri görüyoruz. Yine çok yazık. İnsan bomik olur ama bu kadar
da değil.
Sevgili okuyucu kardeşlerim, konuyla ilgili yukarıda İrlandalı Bobby Sands’dan bahsetmişim. Yanılmıyorsam Bobby 61-62 gününde vefat etmişti. Ondan başka diğer on kişi de açlık grevinde ölmüşlerdi, ki en uzun ölüm orucuna giren kişi Lyach adlı kişi 71’inci gününde ölüyor. Ama bizim Leyla Xanım hâlâ sağ 165 günlük ölüm orucunda ölmüş değil. Sakın ölümünü istiyorum sanılmasın. Aksine, bir kızım gibi ona acıyor ve onun bu eylemini hiç de doğru bulmuyorum, Show yapıyor gibime geliyor. Burada ben Leyla Xanıma şunu sormak istiyorum. “Leyla Can, sen Öcalan’ın üstündeki tecridi bizzat gözlerinle gördün mü? Ya da bir başkası gidip görüp, gelip sana söyledi mi? Yani Abdullah Öcalan’ın üstündeki tecridi kim görmüş? Abdullah Öcalan sana ve halkına ne verdi be bacım? Sonra tecrit olsa bile, ölüm orucu onun üstündeki tecridi kaldırmaz. Herhalde sen hâlâ Türk devletini ve onu yöneten zalim devşirmeleri yeterince tanımamışsın. Lütfen onları tanımaya çalış bu bir. İkincisi ise, eğer Apo’yu o denli seviyorsan, onun için yaşamı tercih et, ölümü değil. Kusura bakma onun için kendini yakan, asıp öldüren gençlerin akıllarından şüphe duyuyorum. İnsan sevdiği biri için kendini öldürmez, onunla birlikte yaşamaya çalışır. Unutma Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, eski zalim Nemrut, Sümer dönemindeki Tanrılara insan kurban eden çağda yaşamıyoruz. Mitolojiye göre Harranlı İbrahim bu gibi bomikca inanca karşı çıkmış, Filistin’e sürgün edilmiş ve Tanrı’sı için Mısır’dan cariye olarak getirdiği Hacer’den olan oğlu İsmail’i değil, bir koçu kurban etmiştir, ki bu uyduruk hikâye uzundur. Yani ne gelmişse, bu kez de zavallı koçların, kuzuların başına gelmiş. Bi rastî insan bütün yaratıkların en akıllısı olduğu gibi, “En korkunç canavarıdır” diyebiliriz.
Sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim, biliyorum bu yazımı eğer bir Apocu okursa, ilk dediği şey, Ferda Çetin ve Haydar Işık’ın dedikleriyle paralel olacak ve katli mi vacip görecektir. Çünkü bu kitleden hoşgörü, eleştiriye saygı ve tahammül, yaşlıya hürmet ve ihtiram yok olmuştur. Bu kitle, bu beyinleri yıkanmış kişiler neden Kandil’deki kendi parti kurmaylarına, cennet misali bir adada yaşayan ve sözüm ona “Hapishane” denilen İmralı adasında bulunan ve hapishane müdürü ile dışarda volta atan Apo’ya neden “Sayın seroklar lütfen sizde birkaç günlüğüne ölüm orucuna girin, biz de sizi görelim” demiyor, kendileri niye ölüm orucuna girip ölmek istiyorlar? Özellikle de neden bu soruyu cennet gibi İmralı adasında yaşayan Apo’ya yöneltmiyorlar? Neden Selahaddin için biri çıkıp ölüm orucuna girmiyor, onun için kendini yakıp, ya da asıp öldürmüyor? Sahiden o genç ve dinamik Selahaddin’i düşman hapishanesine koyan sebep ne idi ve kim onu kendine en büyük tehlike ve rakip görerek kodese koydu? Dilerim bir gün Selahaddin “Beni bu kodese koyan kişi kim?” der ve kim olduğunun bilincine varır. Böylesine bir dilekle, aşağıda bana ait olan bazı sözlerimle yazıya son vermek istiyorum. Yani daha ölmeden önce, bu bana ait olan sözler, bir nasihat niteliğinde, Kürd kardeşlerime beni hatırlamaları için, armağan ediyorum.
Özel Birkaç Söz
Kendini eğitmeyen insan bir başkasını eğitemez.
Hakkın ne olduğunu bilmeyen kişinin haktan bahsetmesi doğru değildir.
Kendini tanımayan bir insan, başkasını tanıyamaz.
Ağırlığını bilmeyen kişi, başkasının kaç kilo olduğunu bilemez.
Öyle bir kişiyle arkadaş ol ki, sana bir şey öğretsin
Yüksekten uçmaya çalışma, dünyayı göremezsin. Çünkü dünya çok büyük, uçsuz bucaksızdır.
Okyanusun dibine yüzme ile varamazsın, çünkü nefesin yetmez.
Geç aynanın karşısına, kendine bak, kendini tanı “Ben kimim?” de.
Ölçeğini, bilincini bilmezsen, kendine “Ben filozof’um” deyip ukalalık yapma, gülünç duruma düşersin.
Sidik suyuyla değirmen dönmez, Munzur gözelerine ihtiyaç var.
Menisiz gerdekte çocuk bekleme.
Bin kiloyu kaldıran insan yok. “Vardır” diyen yalan söyler.
Maratonda Saat’te yüz kilometre koşanı kim görmüş? “Koşanı ben gördüm” diyen kişi yalan söyler.
Doğanın kanunlarına saygılı ol; güneş Batı’dan doğmaz.
Oruç tutarak, namaz kılarak, gerçek bir insanı kâmil olamazsın. Hayal ile yarattığın Tanrı’nın buna ihtiyacı yok.
Birinin evinde yemiş, içmiş ve yatmışsan, ömür boyu unutma.
Büyüğüne karşı daima saygılı ol, küçüğün kusurunu bağışla. Çünkü o henüz bir insani Kâmil olmamış.
Hayal ile yarattığın Tanrı’yı değil, seni dokuz ay karnında bir ağır yük olarak taşıyan, acı, sancı çekerek doğuran anneni, menisinden insan olup cihana geldiğin babanı Tanrı bil. Senin gerçek Tanrı’n onlar.
İyilik yaptığın her insan, gerçek insani Kâmil olamaz.
Ekmek ve aşınla büyüttüğün kardeşin bir gün eşine kem gözle baktığında sakın şaşma. Çünkü cihanda bu tür kardeşler var.
Eğer zengin ve toplum içinde popililerden biri isen seninle dost olmak isteyen çok kişi görürsün. Çünkü bunlar gönülden sana dost değil.
Birinci sıradakiler senden bir kemik beklerken, ikinci sıradaki kişiler de gölgene sığınarak, kendini senin gibi topluma tanıtmaya çalışırlar ki; bunlar şeref budalası alçak kişiliklerdirler.
Para, mal, mülk bazılarının en büyük Tanrılarıdır, onlardan dostluk bekleme.
Sık sık evine gelen kişiden şüphelen. Çünkü bazıları seni sevdikleri için değil, güzel ise eşin, onun için gelirler.
Asaleti olmayan kişiden asalet, adalet, zalim olan kişiden merhamet bekleme. Unutma zehirsiz yılan yoktur cihanda.
Uyuz dişi fino köpekten kurtboğan köpek bekleme.
Her gülün kokusu miski amber gibi kokmaz ve her gül de dikensiz olmaz.
Bir züğürdü Kral yaparsan, yapacağı zor ve zulmü kabullenmen gerekir.
Bok arısı boka, bal arısı güle ve çiçeğe konar. Unutma, insanlarda da
bu türler mevcuttur.
Saygılarımla.