Sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim, dünya siyaset arenası ve meydanındaki aktörler, yazıp çizenler her gün yeni yeni bir şeyler söylüyor ve yazıyorlar. Kimi “Ben dünyayı parmağımın üstünde oynatırım”. Kimi “Ben dünya filozofuyum”. Kimi “Ben dünya lideriyim”. Kimi benim gibi akıllı biri dünyada yok”. Kimi Güneş’in atmosferine dalış yapacak olan Parker Prole adındaki Güneş inceleme, Güneş’e en çok yaklaşan ve saatte 690 bin kilometre hızla uçan küçük arabadan bahsederken, kimisi de bizim üstünde doğup büyüdüğümüz sömürge bile olmayan ülkemiz Kürdistan ve biz Kürdler için belirli tespitlerde bulunur. Mesela Sayın Profesör Baskın Oran Türkiyelileşmeyi bize bir Lokman î Hekim dermanı gibi sunarken, biri de kalkıp düşman hapishanesinde esir olan Sayın Selahaddin Demirtaş’ın hapishanede yeni
bir şarkı bestelediğini söylerken, Hûda-Par Üçüncü Olağan Kongresi’nde Şeriat bir devlet sistemini istemesi ve bu partinin alt ve üst tabanının önce kendilerini İslâm, sonra Kürd saymaları ve asıl balık başı düşmanımızın Doğum Gününü yüzbinlerce fil beyinlerle kutlamalarını, programlarına kutsal bir görev olarak kabul etmeleri. Salih Müslim Efendi’ ise: “Efrin’i asıl sahiplerine geri vereceğiz” -inşallah- deyip bağıra dursun. Öte yandan Gürcü bêbav Recep Tayyip Erdoğan: “Feto ile Apo’yu Birleşmiş Milletlere şikayet ettik” desin. Güney Kürdistan da yıllarca bir ihanet partinin içinde polit-büro da görev, bir dönem de Federal Kürdistan Parlamentosunda Başbakanlık
yapmış olan Berhem Salih ağamız alacağı maaş için, Irak’ın ırkçı Şiî devletinin bütünlüğünü istesin, Güney Kürdistan’a “Kuzey Irak” desin ve Kürtler için hiç bir fonksiyonu, yararı ve bir veto hakkı bile bulunmayan Cumhur î Reis koltuğunu işgal etsin, Celal Talabani’nin hain oğlu Pavel YNK’nin Yeni Genel Sekreteri olması için zalim Arap Şiî devletine Kerkük ve Süleymaniye’yi satmayı bir görev bilsin; zavallı
Mesud Barzani her gün bağırıp ağlayarak Kürdistan’ın Bağımsızlığını istesin; İmralı’daki Ulu Önder’in Kandil’deki yoldaş ve yandaşları “Bizler Kürd Ulusal Önderimiz Apo’nun fikrindeyiz. Devlet-mevlet istemiyoruz. Devlet bir baskı ve zulüm kurumudur. Biz halkımız olan Kürd halkına bu zulüm kurumunu laik görmüyoruz, biz bütün Ortadoğu devletlerini bir şemsiyenin gölgesi altına çağırıyor ve bu devletlere
Konfederasyon sistemini ve Ekolojik bir yaşam biçimini öneriyoruz desinler. 30 Ekim, 2018’de Güney Kürdistan’da yapılan Parlamento seçiminde katılımın yüzde 58 olması ve ben gibi birinin Sayın Mesud Barzani’nin bunun için ne düşündüğünü merak etsin, geçen yılki Referandumda da oradaki kardeşlerimizin yüzde 93’ünün Bağımsızlık için “Evet” oyu kullandıkları halde, buna karşı çıkan büyük kocabaş ve
zalimler için sokaklara çıkıp protesto etmemeleri, ama birkaç kuruş maaş için sokaklara çıkan on binler için, ne diyeceğimi bilmezken, Diyarbekir’in bêbav devşirme valisi Hasan Basri Güzeloğlu, 10 Ekim, 2018 günü Diyarbekir Dicle Üniversitesi’nde düzenlenen Uluslar-Arası Ekonomi, Siyaset ve Yönetim Sempozyumunda Diyarbekir için: “Diyarbekir’î gerçek yüzüyle görmek, derinliklerini, dinamiklerini, zenginliklerini doğru kavramak ve bu kentin ruhuyla bütünleşmek, gerçeğe doğru perspektif kazandırmak adına bu buluşmayı çok önemli buluyorum” demesini bir tarafa bırakırken, son dokuz Kürd örgütünün Anamız dili olan Kürdçe için başladıkları çalışmalarda ne kadar samimi ve ne kadar istekli olduklarının tartışmasına, “Biz en doğru yapanlardanız” diyenleri ve birde Demokrasi ve hoşgörünün bir nişanesi
olan, Amerikalı bir vatandaşın New York’un bir kaç yerine Donald Trump’ın “Üzerime işe” büstlerini dikmesini, ve en son olarak da Dersimli dönek, nanê sêlê, Memık Ağa yazarı ve benzeri Heydo Efendi: “Barzani hanedanlığından ulusal bilinç hiç yok” deyip, binlerce yıllık kutsal ana dilimiz Kürtçe’nin Türkleşmesine en büyük katkıyı sunan, evlilik ve kutsal aile ocak kavramını yasaklayan, bu kutsal ocağa “Kölelik Ocağı” dedirten, genç insanlarımızı kısırlaştırıp iğdiş etmeye çalışan, yine binlerce yıllık güzel kültürümüzün bir gerçeği olan, küçüğün büyüğüne karşı saygı ve ihtiramını ortadan kaldıran, torunun baba, anne, nene ve dedesine “Heval” demeye alıştıran Ulu Önder ve Peygamberi Apo Efendi’yi övmeye-dursun, yukarıdan buraya
kadar sıraladığım konuları siz değerli okuyucuların yorumlarına
bırakırken, başlıktaki “Türk’ün Bir Başka Zulüm Hikâyesi” ne dönmek
istiyorum.
Sevgili okuyucular, Türk’ün bu zulüm hikâyesi, zalim TC Devleti’nin kuruluşunun ilk yıllarında Adıyaman’ın Kahta İlçesi Beylerine yapılıyor. Tabii bu Türk’ün yaptığı zulmün birincisi veya ikincisi değil. Türk’ün bize yaptığı buna benzer binlerce zulüm ve barbarlığı var. Zira bu zulüm ve barbarlık Türk’ün asıl adı, vazgeçilmez bir işi, iğrenç eğitim ve kültürünün bir gerçeğidir. Hiç unutmam, yıllar önce Gürcistan’ın Başkent’i Tiflis’te, Êzîdî Kürd kardeşim, Ressam ve Dekoratör Ando’yê Çılderguş bana: “Kek Rıza, Tanrı bütün insanları yaratırken, Türk’ü barbarlığıyla özel olarak yaratmış, ki bütün insanlık dünyası bu barbarları iyi tanısın ve kendini bu barbar
kavimden korusun” demişti, ki bu “Türk” denen zalim kavim ve soyun bir gerçeği. Ayrıca merhum ve ünlü Fransız filozofu Viktor Hugo ise (1802-1885) “Türk’ün geçtiği yerde ot bitmez” deyişi unutulmamalı. Çünkü bu “Türk” denen bir güruh topluluğun gerçeği, ki bu gerçeği en fazla gören de biz ve Ermeni amca çocuklarımız. Ama onlar bizden çok daha akıllı bir toplum. Çünkü onlar dost kim, düşman kim, bizden çok daha iyi tanıdılar. Arap, Türk ve Fars, üçü birden bizim beynimizi Fil beynine, yerdeki küçük kazığa bağlı köle yaparken, onlar kafalarını kaldırarak dünyaya, koca evrene, “İsa Göğe çıktı” diyenlerin mavi gökyüzüne baktılar. Biz ise hâlâ Fil beyinli bir
toplum; Arap, Türk ve Fars’ın küçük ve incecik kazığına bağlı 50 milyonluk bir topluluk. Şefaati çöl Arabı Memo’dan, insan kasabı Alo’dan, İslâm kardeşliği barbar Türk’ten ve namert Fars’tan bekledik ve hâlâ bekliyoruz. Çok yazık, çok yazık ve hezar mixab.
Evet sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim. Müsaadenizle asıl konuya gelmek istiyorum. Gahta Beyleri üç kardeşmişler. Bunların babaları ölmüş, tarihimizdeki meşhur Maraşlı Kara Fatma gibi bir anneleri varmış. İsmi nedir bilmiyorum. Çünkü ağıtta anne ve baba ismi geçmez. Ya da ben unutmuş olabilirim. Bu üç Kahta Bey’in isimleri şunlar: Süleyman Bey, Kâzım Bey ve Niyazi Bey. Bu üç kardeşin suçu ne, onu da bilmiyoruz. Yanılmıyorsam bu üç kardeş merhum ve büyük lider şehidimiz Şeyh Seid
Efendi hareketi ve zalim Türk İstiklal Mahkemeleri döneminde oluyor. Ağıtta bu üç kardeşin idamları Harput’ta oluyor. Yani bugün “Elazığ” denilen Kent’te. Ağıt ana dilimiz Kürtçe ile söyleniyor. Ağıt bayağı uzun ve insanın yürek ve ciğerlerini sızlatan, insana gözyaşı döktüren bir ağıt. Ağıt şöyle başlıyor:
Hewayê Xarpitê, lê day, lê dayê, day kokimê,
Baw dişkûno, axx lê hewakî sar e
Dibêjin sibe seat di çaran da,
Silêman Begê, Kazim Begê, Nîyazî Begê qicik va, davêni dar e
Caran ji bîrnabe, li min, li min, li min dayê, derdê cîgera har e.
Ağıt bu dizilerle başlar, ama ne yazık ki ben ağıtı bir bütün ezberleyemedim. Zaten aklımda kalanda yukarıdaki başlangıç dizeleridir.
Evet, zalim Türk İstiklal Mahkemeleri bu üç kardeşi idama mahkum ederken, bunları koruyacak veya savunacak başka birilerinin olmadığı için, anneleri bu üç fidan gibi yavrusunu kaybetmemek için o zamanın parasıyla bir heybe dolusu para ve altınlarla Ankara’ya gider. Ankara’da üç evladını zalim Türk İstiklal Mahkemesi’nin aldığı kararı
değiştirmek için çok uğraşır, fakat o zalim devletin hiçbir kurumundan ve etkili kişisinden olumlu ve sevindirici bir cevap alamaz. Çünkü o sırada ordunun başına, Serasker, yani o günkü Ordu Komutanı İsmet İnönü gitmiş, onun yerine Kâzım Karabekir Paşa gelmiş; ki bu da Kürd sorunu konusunda çok sert, zalim ve acımasız bir devşirme. Çaresiz kalan zavallı anne, ağlayarak geri döner, tutsak olan üç oğlunu görmeye giderken, onlara: “Evlatlarım bu cefakâr anneniz Ankara’da çok uğraştı; ne şansızlıktır ki; İsmet Paşa Ordunun başından ayrılmış; yerine Kâzım Karabekir atanmış. Benim beraberimde götürdüğüm para ve altınları para ve altın değil at gübresi gibi gördüler. Zira yeni kurulan bu zalim devletin bütün devşirme yöneticileri, özellikle de en baştaki zalim bêbav Kürd düşmanı. Yani ne kadar çaba sarf ettiysem, ne yazık ki bir sonuç alamadan geri döndüm” der ve ağlayarak evine döner.
Evet, anne yüreği elem ve keder içindedir. Zavallı gece ve gündüzünü hep ağlamakla geçirir ve gün gelir üç kardeşin idam gününe. Yani Süleyman Bey, Kâzım Bey ve Niyazi Bey’in asılacağı güne. Tabii asacakları bu üç kardeşi birlikte götürmek istiyorlar. Amaç, bu üç kardeşin birbirlerinin nasıl can vereceklerini görsünler diye. Bunları darağacına götürüp asacak olan da bir yüzbaşı. Tabi o yüzbaşı asılma emrini verenlerin küçük bir kulu ve kölesi. Yüzbaşı üç kardeşi bir askeri cemseye koyduğunda, büyük kardeş Süleyman Bey yüzbaşıya dönerek: “Sayın yüzbaşı senden en içten insani duygularımla bir ricada bulunacağım. Ne olur biz iki büyük kardeşi as, öldür, ama küçüğümüz Niyazi Bey’i af et, asma, öldürme ne olur. Çünkü o daha evlenmemiş, nişanlıdır; onu Allah rızası için bağışlayın, o da evlensin, muradına
ersin. Biz ikimizin asılmasına razıyız, lütfen küçüğümüzü asmayın, öldürmeyin” deyince yüzbaşı onlara döner ve: “Ben bir emir kuluyum; bana verilen emir siz üç kardeşi birlikte asmamdır. Ben ikinizi asıp, küçük kardeşinizi serbest bırakamam. Lütfen beni anlayın, emir veren ben değilim. Ben emir verenlerin keskin bir kılıcıyım. Dilim yok konuşmaya, yüreğim yok acımaya” dediğinde bu kez Süleyman Bey tekrar
yüzbaşıya dönerek: “Komutan Efendi senden son ricamız, lütfen biz iki büyük kardeşi önce asın, ki biz küçük kardeşimizin asıldığını gözlerimizle görmeyelim” diyor, nedense o esnada yüzbaşı biraz insafa gelir, önce Süleyman Bey ve Kâzım Bey’i asker cellatlar asarken, yüzbaşı bu kez cellatlara: “Küçüğü de uzak bir yere götürün, orada süngü ile öldürün” deyince cellat askerler Niyazi Beyi yakın bir derenin içine götürürler, ki orada süngü ile öldürsünler.
Sevgili okuyucu kardeşlerim, müsaadenizle burada bir parantez açıp, Niyazi Bey’in asılma gününden bir gün önce annesine ne dediğini anlatayım. Merhum zavallı anne, asılma gününden bir gün önce üç evladını son bir defa görmeye gittiğinde, küçük oğlu Niyazi Bey üzgün bir ifadeyle, annesine: “Anne biz üç kardeşi asacakları kesin. Bunun için metin ol. Zaten ben bu dünyada bir Murad alamadım, benim çok
sevdiğim nişanlım da ben gibi. Anne sendeki ricam, eve döndüğünde git nişanlıma söyle, kendi eliyle bir merhem hazırlasın ve idam şeridinin boğazımın hangi yerini yaralamış ve kesmişse, kendi eliyle o yerlere o merhemi sürsün” diyor ve ağlayarak birbirlerinden ayrılıyorlar.
Evet, asker cellatlar Süleyman Bey’i ve Kâzım Bey’i asıp öldürdükten sonra yukarıda dediğim gibi küçük Niyazi Bey’i de bir derenin çukur bir yerine götürmeden önce yüzbaşı cellat askerlere: “Süngüleyin fakat ölü bedenini o denli tahrip etmemeye çalışın” diyor. Bunun üzerine iki cellat asker Niyazi Bey’i derenin çukur bir yerinde yere yatırarak süngülüyor, “Artık öldü” deyip dönüyorlar, fakat Niyazi Bey aldığı
süngü darbeleriyle ölmüyor. Çünkü süngü ölüme sebebiyet verecek organlarını tahrip etmemiş, bir süre sonra kendine geliyor, kan gölü için de kendini görünce, biraz çaba ile az ötede konaklamış bir çingene çadırının içine kendini atıyor ve çadırda olan çingenelere: “Ben ağır bir şekilde yaralıyım, lütfen bana yardım edin, beni kurtarın” dedikten sonra, çingeneler yaralı Niyazi Bey’in etrafına toplanıp, onun kim olduğunu, neden ve kimlerin onu o hale getirdiklerini sorduklarında Niyazi Bey kimliğini saklıyor ve: “Ben zavallı kimsesiz, fakat sizin gibi bir insanım. Ben hiç tanımadığım, bilmediğim birkaç insan kılıklı kişiler tarafından bu hale getirildim. Herhalde onlar beni ölmüş sandılar. Çünkü ben yaralı ve baygındım. Kısacası hiçbirini ne tanıdım ve ne de hatırlıyorum. Sizdeki ricam bana yardımcı olmanız” dedikten sonra çingeneler inanıyor ve onu kendi bildikleri çeşitli ilaçlarla yaralarını tedavi edip iyileştirip, ismini de “Garip” takıyorlar. Çünkü bilinmez yaralı bir Garip olarak onların içine katılmış. Ayrıca olaydan bir gün sonra dereye giden askerler Niyazi Bey’in süngüledikleri cesedini aynı yerde bulmayınca koşarak çingenelere: “Siz derenin şurasında herhangi bir ölü cesedini buldunuz mu?” sorularına karşılık çingeneler: “Biz hiçbir ölü veya yaralı ceset görmedik” dedikten birkaç gün sonra oradan göç edip başka
bir diyara giderlerken, Niyazi Bey de günden güne iyileşiyor ve çingenelerin Garip kardeşi oluyor. Yani çingeneler her nereye gidiyorlarsa Niyazi Bey’i de kendileriyle beraber götürüyor, onu kendilerinden biri sayıyorlar.
Evet, bütün bu olanlardan tam yedi yıl sonra çingeneler bu kez göç güzârgalarını değiştirip Adıyaman’ın Kahta İlçesinin bir yerine çadırlarını kuruyorlar. Tesadüfe bakın ki çingenelerin çadırlarını kurdukları yer, tam da burası Kahta Beylerin konağının karşı tarafı bir yeridir. Tabii başlangıçta eski ismi Niyazi Bey olan, yeni ismi
Garip’in nereye geldiğinden haberi yok. Sanki oraları hiç görmemiş. Aradan kısa bir zaman geçtikten ve çadırlarda yerini aldıktan sonra Niyazi Bey bir ara çadırdan çıkıp etrafı seyrederken, gözü içinde doğup büyüdüğü baba konağına takılıyor ve geçmişini, anne ve babasını, barbarların astığı iki ağabeyini hatırlayınca başlıyor hüngür hüngür ağlamaya ve sel gibi gözyaşı dökmeye başladığında, tesadüfen o esnada onun küçük kız kardeşi -ismini unuttum-oradan geçerken, gözleri çadırın kapısında ağlayan delikanlıya takılınca, olduğu yerde durup kendi kendine: “Allah-Allah ben bunca dert ve elem sahibiyken, bu delikanlı gibi ağlamıyorum. Demek ki benden daha fazla dert ve keder sahibi insanlarda varmış” dedikten sonra, ağlayan kişinin neden ağladığını, aynı çadırdan dışarı çıkan bir iki kız ve kadından öğrenmek istediğinde, çingeneler ondan geşt, yani dilenme payı isterlerken, Niyazi Bey’in kız kardeşi: “Size verecek hiç bir şeyim yok” deyince çingeneler ısrarla yine geşt istediklerinde bu kez o: “Biraz önce sizin bu çadırın kapısında bizim karşıdaki konağımıza bakıp ağlayan ve gözyaşı döken o delikanlıyı getirin size bir yıllık geşt ve dilenme payınızı vereyim” deyince, çingeneler gidip Niyazi Bey’i dışarı çağırdıklarında, o dışarı çıkmak istemez ve çingeneler dışarı çıktıklarında: “Xanım efendi o Garip kardeşimizdir. Ne yaptıysak dışarı çıkmak istemedi” dediklerinde, kız: “Müsaade edin ben içeriye gireyim, onunla biraz konuşayım “der ve hemen çadır kapısından içeri girdiğinde Niyazi Bey hasta numarası yaparak yatağın içine girer,
kendini saklamaya çalışır, ama kız kardeşi yorganı üstünden kaldırınca iki kardeş yüz yüze geldiklerinde ve birbirlerini de tanıdıktan sonra, hüzünlü bir atmosfer, matem ve ağlama faslı başlar ve daha sonra Niyazi Bey kız kardeşine gözyaşları içinde: “Bak benim sevgili bacım bu yıl benim yedinci dertli yılım oldu; dilenme torbanın ipi omuzumu kopardı. Ben bundan sonra ne Murad göreceğim ki. Ne ana kaldı, ne
baba. İki ağabeyimizi benim gözlerimin önünde zalim devlet astı öldürdü, benim sağ hikâyem de bir başka dert. Bak senin saç örgülerin siyah-beyaz karışmış iç içe, benim ise hakeza” dedikten sonra Niyazi Bey hikâyesini çingenelere de anlatır sonra, onlara: “Size şükran borcum var, beni kurtardınız, dileyin benden ne dilerseniz” der ve ağlayarak onu kurtaranlarla kucaklaşır ve vedalaşarak onlardan ayrılır, kız kardeşiyle baba konağına döner. Hikâye ve hikâyenin elem dolu ağıtı böylece sona erer, tabii sonra ne olur bilmiyoruz. Dilerim Adıyaman Kahta Beylerinden günümüze kalan aile fertleri bu acı ve elem hikâyesinin sonucunu ve barbar Türk’ün o zulmünün nedenini halkına anlatırlar. Böylesine bir dilekle.
Not:
Sevgili okuyucu kardeşlerim, ben bu ayın 19’unda dört gün, boğazımdaki kanser virüsü için hasta hanede yatacağım. Eğer ölmez sağ kalırsam, gelecek yazım Kürdçe ve kısa bir zaman içinde Kürtlüğüne “Kıx ve Kaka” diyen, düşman metropollerine göç eden Kürd ana ve babalar için olacak. O yazım özellikle benim kucağımda büyüttüğüm yeğenim Anık Xanım için olacak. Ben Anık’ın doğuş ve yaşam hikâyesini, Kürtlüğünü ve ana dilini nasıl bıraktığını şiir ile size anlatmaya çalışacağım. Şiiri 1997 yılında yazdım, 2001 yılı Mayıs ayında da “Bimre Birakujî,
Bijî Kurdistan” İstanbul Gelavêj matbasında Weşanên Dersim adıyla çıkan şiir kitabımda yayınlandı. Şiir bir haylı uzun. Yani destanımsı bir şiir. Dilerim severek okuyacaksınız. Ne yapayım ne kısa yazı ve ne de kısa şiir yazmayı severim. Huyum kurusun hep uzun şeyleri sevdim, fakat eşim ise biraz kısa boylu, ama sevdiğim bir Melek olduğu gibi, çok iyi bir Kürd anası ve son derece de yurtsever. Kürdistan onun tek Tanrı ve kıblesi.
Saygılarımla.