Yeniden merhaba sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim. Dilerim sizi fazla sıkmadım. Çünkü kötü şeylerden bahsetmiyor, ülkemizin o parçasında geçen kısa gezimizden bahsediyorum.
Neise devam edeyim.
Evet sevgili okuyucu kardeşlerim, ben daha önce üç kez Dihok’a gitmiş, orada tanıdığım bir çok Kürd kardeşime misafir olmuş, onlarda beni gezdirmişlerdi. Birinci gezim 2001 de olmuş, o gezimde ben Parti misafiri olarak giderken, Sayın Mesud Barzani ile Selahaddin’deki köşkünde buluştuğumuzda, ayrılmadan önce, o görevli kişilere “Kek Rıza burada kaldığı müddetçe benim misafirimdir” demiş, ben Dıhok’a gittiğim de onun misafiri olarak Jiyan otelinde, Zaxo’da da iki gün için bir başka otelde kalmıştım. Kısacası Dıhok’un hemen hemen içini iyi biliyordum. Dıhok iki dağın arasına kurulmuş gerçekten son derece güzel bir Kürd kenti. Ben Güney Kürdistan parçasında en çok sevdiğim üç kent var. Dıhok, Akri ve Şeqlawa. Bu üç kent’in güzel manzarası, ayrıca havası bir başkadır. Tabi görenler biliyor.
Neise ben Dıhok’un cennet gibi mekânını bilenlere bırakayım, o güzel kentteki izlenimlerime; yani 17-5-2017 gününe ve sonrasına geleyim.
Evet sürücü İsmail bizi Dıhok’a yetiştirince, ana caddeden çıkıp kent’in bir sokağının içine girdiğinde, bana “Mamoste ben otelin nerede olduğunu bilmiyorum, burada inin, bir taksici bulayım o sizi götürsün” dedi, tesadüfen orada geçmekte olan bir taksiyi durdurdu, sürücüsüne “Bu insanları Hakar oteline götürebilir misin? Çünkü ben buranın yabancısıyım deyince taksici “Tabi niçin olmasın” dedikten sonra bizim sürücümüz valizlerimizi taksinin bagajına koyup parasını da bizden aldıktan sonra “Hoşça kalın” deyip gitti, gitti ama içimdeki ona karşı duygu negatifti. Neyse yeni taksi bizi beş dakika sonra otelin önünde bıraktı, onunda ücretini ödedikten sonra valizlerimizle otelin kapısından içeri girdiğimizde, resepsiyondaki genç delikanlıya “Dıhok Yazarlar Birliği Başkanı Sayın Hasan Slevani bize buradan yer ayırtmış” dediğimde, delikanlı “Evet-evet, hoş geldiniz” dedikten sonra, yine orada çalışan görevli genç bir çocukla valizlerimizi üçüncü kat 312 numaralı odaya çıkardı. Otel 4 yıldızlı, temiz bir oteldi. Biz valizlerimizi yerleştirdikten sonra ben aşağı resepsiyona inerek Dıhok Yazarlar Birliği Başkanı Sayın Hasan’a telefon ederek geldiğimizi söylediğimde Hasan, bana: “Kek Rıza hoş geldiniz, şimdi ben sizi bizim buraya getirmesi için bir arkadaş gönderiyorum, o gelip sizi buraya getirecek” dedi, takriben 20 dakika sonra Selman isminde, Saddam zalimine karşı savaşta sol gözünü kaybeden gazi bir Pêşmerge gelip bizi otelin alt salonunda buldu, tanıştıktan sonra “Hadi sizi Yazarlar Birliğine götüreyim, Kek Hasan sizi orada bekliyor” dedi, eşim yorgun olduğu için, bana: “Rıza ben yorgunum, sen git, yarın yine birlikte gideriz” dedi. Bunun üzerine Selman beni arabasına alarak Yazarlar Birliğine götürdü, orada Hasan ile tanıştık; yanımda olan, onun için ayırdığım üç kitabımı verdim, çok sevindi ve beni sıcak bir duygu ile karşıladı, hal-hatır sorduktan sonra beni kendi binalarının her yanına götürüp gezdirdi. Doğrusu Dıhok Yazarlar Birliği’nin Binası, gayet büyük ve geniş, koca bahçesi yemyeşil ağaçlarla dolu, halı gibi yeşil çimler göz dolduruyordu. Hasan beni müsait bir yerde oturttu, çay ikram etti, uzun uzun konuştuk sohbet ettik; vakit de saat gecenin sekizine geliyordu. Bunun için Hasan: “Kek Rıza, sen de yorgunsun, Selman seni otele bıraksın, yarın gelecek sizi alıp gezdirir, akşam saat yedi buçukta da Almanya Berlin Kent’inde yaşayan Tilmanç adlı bir şairimiz gelmiş, biz onun için özel bir gece hazırlamışız, gecede şiirlerini okuyacak; sizinde bizim aramızda bulunmanız bizi sevindirecek. Ayrıca seninde bir kaç şiir okumanı istiyoruz” dedi, ben ise “Olur, niye olmasın, sevinirim” deyip kalktıktan sonra Gazi Selman beni arabasıyla otele bırakırken “Mam Rıza ben yarın saat 10’a doğru gelir sizi alıp gezdireceğim” dedi, sonra o evine, ben ise otel odama giderek, yarın ne yapacağımızı eşime anlattıktan sonra yattık. Ertesi gün, yani 18-5-2017 günü biz kahvaltımızı yaptıktan sonra Gazi Pêşmerge Selman’ı bekledik. Selman tam saat 11-30 da öğretmen eşi Semira Hanımla geldi; tanışmamızdan sonra, arabaya bindik, Selman bizi önce Dıhok vadisine ve vadinin bittiği yerde Dıhok gölünün oraya götürdü, bize göl hakkında bilgi verdi, resim çekti, resim çektik, daha sonra bizi vadideki şelalenin yanına götürerek yine resim çekti. Selman takriben orada bizi bir saat gezdirdi, daha sonra “Hadi sizi Qaçax Müzesine götüreyim” dediğinde, şaşırdım ve kendi kendime “Bu Qaçax müzesi de ne demek, müzenin de Qaçaxı mı olur” dedim, kısa bir zaman sonra araba “Müzeya Qaçax” tabelâsı asılı bir binanın önünde durdu. Bina iki katlı koca bir bina, inerken Selman “Mam Rıza müze burası” dedi, açık kapıdan içeri girdiğimizde şaşırdım. Müzedeki manzara, tarihi tablo ve eserler, ilkel toplumdan günümüze ilkel malzeme ve araçlar, tarihi taşlar, gerçekten görmeye değer şeyler. Özellikle ilkel dönemdeki çömlekler, bıçak, hançer ve kılıçlar, çeşitli taşlar insanı şaşırtıyor. Hele 14 milyon yıllık taş insanı hayretler içinde bırakıyor, ki bu müze öyle sıradan bir devlet müzesi değil, asıl ismi Qaçax olan bir Kürdün müzesi. Tabi devletin bununla bir ilgisinin olup olmadığını sormadım. Herhalde bu da benim eksiğim. Biz sağ ve solumuzdaki eserlere bakarken, Selman, gelin yukarıya çıkalım” dedi ve biz merdivenden yukarıya çıkıp koca bir kütüphane odasına girdiğimizde, masada oturmuş, takriben 60 yaşına yakın, uzun boylu, yaşına göre son derece yakışıklı bir kişiyle karşılaştık. Selam verdiğimizde ayağa kalkarak bize “Hoş geldiniz dedikten sonra, Selman’a “Arkadaşlar kim” dedi,
Selman bizi ona tanıştırırken, Qaçax çok sevindi ve hemen benim ve eşimin yakasına güzel bir Kürdistan bayrak rozetini taktı, bizi yeniden müzede gezdirdi, bulunan tüm tarihi eserler için bilgi verdi, daha sonra hatır isteyerek ayrıldık. Ayrıldıktan sonra Selman bizi kentin her tarafına, kent içindeki tarihi kişilerin, örneğin Kürd filozofu Ehmedê Xanî’nin heykelini gösterdi ve daha sonra bu kez bizi Sıpîrêz adlı bir yayın evine götürdü. Yayınevinin sahibi Mueyed Tayib adlı genç bir kişi ile tanıştırdı. Tanışma ve çay içme sonrası Mueyed Bey bana bir şiir kitabını imzalayarak verdi, güzel kısa bir sohbet, birer bardak çaydan sonra hatır isteyip dışarı çıktığımızda, bitişikteki okul çocuklarımızın teneffüse çıkışlarını, onların o minnacık boylarını, esmer, kumral, boy boy çocukları görünce resimlerini çekerken duygulanıp gözyaşı döktüm ve birden 71 yıl önceki çocukluğumu ve düşman okulunda bir dilsiz olduğum zamanı hatırladım. Yani Türkçe’nin bir tek kelimesini bilmediğim ilk Türk okuluna başladığım gün. Yıl 1946 Ekim ayında. Oysaki o çocuklarımız o özgür parçada ilkokuldan üniversiteye kadar kendi ana dilinde eğitim görüyorlardı. İşte o benim için son derece bir mutluluk idi.
Bağımsızlığı istemeyen Kürd’e bin lanet.
Evet sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim, o mutlulukla biz otele döndük. Çünkü çok yorulmuştuk. Zira saat üçü geçiyordu. İki saat bir istirahattan sonra yine Selman saat 5-30’da gelip bizi aldı Yazarlar Birliğine götürünce Hasan’a, bizi kendi evine misafir olarak götürmek istediğini söyleyince Hasan: “Hayır Kek Rıza’yı eve götürme, o bu gece bu kurumun misafiri olacak. Sende bu kurumun bir bireyisin. Ayrıca bu gece özel bir gece. Biliyorsun, şairimiz Tilmanç tahhhhh Berlinden gelmiş, biz bu geceyi onun için hazırlamışız. Kek Rıza’da bu gecede bize bir kaç şiirini okusun, insanlarımız onuda tanısın” dedi ve karar öyle alındı. Oysa Selman’ın öğretmen eşi Semira bacı evinde bizim için hazırlıklar yapıyordu. Neise, dinleti gecesinin hazırlığı binanın bahçesinde yapılmış, plastik sandalyeler yeşil çimlerin üstüne dizilmiş, divan konuşma masası bahçenin son doğu kısmına konulmuş, üstüne iki mikrofon yerleştirilmişti. Ben, Hanım, Hasan ve diğer iki arkadaşla bir ağacın gölgesinde oturmuş sohbet ediyorduk. Saat 7’ye doğru yavaş yavaş insanlar gelmeye başladı. Daha saat 7 buçuk olmadan davetli kişilerin hepsi geldi. Kanımca gelenlerin sayısı yüzün üstündeydi. Hepsi de yazar, siyasetçi, şair ve entellektüel kişilerdi. Tabi müze sahibi Qaçax da onların arasında idi. Saat 7-15 sıralarında Şair Tilmanç son derece güzel milli giysileriyle geldi, herkesi selamladıktan sonra gelip sağımdaki bir sandalyede oturdu. Doğrusu Tilmanç’ın üstündeki milli giysi beni ona hayran etti. Elbise çok yakışmıştı kendisine. Zaten yakışıklı, uzun boylu, dalyan gibi bir kişi idi. Doğrusu ben onun o şekli-şemalına bakınca, ona hayran oldum. Proğram tam saat 7-30 da başladı. Tilmanç kardeşimiz divanda oturan kardeşimiz tarafından herkese tanıtıldı ve Tilmanç şiir okumak için sahneye davet edildi. Tilmanç bir sessizlik içinde sahneye çıktı, kısa bir konuşmasından sonra, beraberinde getirdiği kitabından şiirler okumaya başladı. Doğrusu Tilmanç şiirin nasıl okunacağını iyi biliyor ve gür sesiyle çok güzel de okuyordu. Bana göre şiirleri çok güzeldi. Hele içinde Zerdeşt isminin geçtiği bir şiiri daha da güzeldi. İşin ilginç tarafı, Tilmanç her şiirini okuyup bitirdiğinde, benden başka onu alkışlayan olmadı. Tilmanç takriben 45 dakikaya yakın şiir okudu, ama Allah rızası için hiç biri onu alkışlamadı benden başka. O proğramını bitirdikten sonra divandaki arkadaş bu kez beni sahneye davet etti. Zaten ben ve eşim en ön sırada oturuyorduk. Ben sahneye çıkınca, Tilmanç gidip benim eşimin yanındaki boş sandalye de oturdu. Benimde yanımda hazır dört şiirim vardı. Biri “Dayika Mın” Yani Annem, ikincisi “Mın Nedit Welatek Wek Welatê Xwe” Görmedim bir ülke ülkem gibi, üç “Hosiya mın” Yani vasiyetim. Dört, Merhum Meleyê Ciziri’den ilham aldığım “Dıl Jı Mın Bır, Dıl Jı Mın” Yani kalbimi benden alıp götürdü. Evet, ben önce kısadan kendimi tanıttıktan sonra “Dayika Mın” şiirimi okuyunca kiyamet koptu, herkes ayağa kalktı, alkış, alkış, alkış. Meğer bu hali gören Tilmanç, hemen kalkıp gitmiş. Bunu duyunca çok üzüldüm. Ben dört şiir okudum, her şiirin sonunda yine aynı alkış ve gür sesler. Ben orada bir Hollywood yıldızı olmuştum sanki. Proğram sonrası herkes benimle resim çekiyor, beni kutluyor, ne yapacağını bilemiyordu. Hele Jiyan Sindi adlı bir bacı ağlayarak boynuma sarılıyor, resim çekiyor, beni soru yağmuruna tutuyordu. Kısacası o gece yaşamımda gördüğüm en mutlu gece ve günümdü. Sevilmek gerçekten insanı mutlu eden en güzel şeydir, ki ben o gece çok mutlu olmuştum. O gece saat 11’e kadar insanlar benimle ilgilendi, benimle resim çekti, daha sonra yemek yedik, saat 12’ye doğru herkesle vedalaşıp otele döndük. Çünkü ertesi gün otobüsle Amede, yani Diyarbekir’e gidecektik.
Evet ertesi gün, sabah saat dokuzda, Selman, eşi Semira ve küçük güzel kızıyla gelip bizi aldılar, saat 12’ye kadar gezdirdiler, resim çektiler, eşime bir Kürd kadın elbisesi hediye ettiler, saat birde de bizi Cizre Tur adlı otobüse bindirerek yolcu ettiler. Burada Dıhok’taki Yazarlar Birliği Başkanı Hasan’a, Selman ve eşine ve bize sevgi ve saygıda kusur etmeyen oradaki bütün Kürd kardeşlerime yürekten teşekür ediyorum. Ayrıca Ahmed’de yaşamımda hiç bir insanda göremediğim sevgi ve saygıyı bana gösteren, beni en güzel bir otelde misafir eden, bizi arabasıyla köyüme götüren, benimle ana, baba ve ağabeyimin mezarına gelen, benimle köy mezarını ziyaret eden, benimle köyde kalan, benimle sevdiğim “Sirakut” adlı köy yemeğini yiyen, oradan beni tekrar Amede getirip aynı güzel otele yerleştiren, Sayın Sedat Yurtdaş kardeşimizle bizi Peygamberler mezarına, Egin barajının kenarına götürüp bizim o güzel doğayı görmemize vesile olan, daha sonrada bizi İstanbul’a yolcu edip gönderen Dijle Üniversitesinde profesör Sayın Aziz Yağan kardeşime nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Şunu en içten ve en derin hislerimle söylüyorum, yaşayacağım gün, yani ölüm günüme kadar Aziz’in bu mertliğini, misafirperverliğini unutamam ve ona her zaman minnettar kalacağım. Ya Aziz vasıtasıyla tanıdığım öğretmen, sevgili Kemal Yıldızhan ve Ahmet Kani’yi? Bunlar da hayatım boyunca unutamayacağım kişiler. Kemal’ı bir oğlum, Ahmed’i de bir kardeşim gibi sevdim. İlginçtir öz kardeşlerimden ayrıldığımda hiç ağlamayan ben, ama Aziz, Kemal ve Ahmet’ten her ayrıldığım da hep ağladım. Ayrıca pısmamım Suphi’İzoli’yi de biz onu bir oğlumuz gibi sevdik. O çok akıllı bir kişilik. Dilerim aşiret hakkında iyi bir araştırma yapıp, kazdığım yol patikasını daha da genişletecektir.
Sevgili okuyucu kardeşlerim, yazının ve izlenimlerimin sonuna gelmeden, Amed’de bana gereken ilgiyi gösteren, beni gezdiren, birlikte yemek yediğimiz dostum, küçük kardeşim gibi sevdiğim İbrahim Güçlü, Bayram Bozyel, Sedat Yurtdaş kardeşlerimin bana gösterdikleri yakın ilgiden dolayı hepsine yürekten teşekkür ederim. Sedat kardeşimin bana verdiği değerli romanı Remo’yu okudum, Kendisini kutlarım iyi bir roman ve 1960-70 sonrası gelişen Kürd gençlik harekâtı ile ilgili iyi bir belge, ancak Remo’nun sonunun ne olduğu belirsiz. Bayram kardeşimin kitabını henüz okumadım. Yani sırada. Ayrıca Hak-Par, PSK ve PAK’da gördüğüm bütün kardeşlerime yürekten teşekkürü bir borç biliyorum. Çünkü bizi sevgi ve saygıyla karşıladılar. Özellikle bizi gezdiren, ismini unuttuğum Hak-Parlı kardeşime de teşekkürü bir borç biliyorum, sağolsun, var olsun. İstanbul’da ise, beni arabasıyla gezdiren, bana son derece saygı gösteren, bana birkaç kitap hediye eden, sevgili dostum, Erzincanlı Kürd kardeşim Avukat Hüseyin Demir’e teşekkür eder, ölünceye kadar onu da unutmayacağım.
Evet, bunlardan başka, Almanya, Frankfurt kent’inde bizi hava-alanında karşılayan, evinde misafir eden, Dep -Karakoçan- Yalanciyan köyünde müşfik dostum Halis Kaya, eşi Emine bacıya ne kadar teşekkür etsem azdır. Hele Emine bacının güzel yemeklerini unutmak mümkün değil. Ayrıca o yabancı ülkede yetiştirdikleri oğlu Ahmet ve Kızı Cansu’yu ne kadar övsem yine az gelir. İki kokan Kürd gülü. Herkesin öyle çocuklarının olmasını çok isterdim. Yine bizi bir akşam yemeğine davet eden, Halis’in komşusu Ali kardeşime, eşine, Abdullah arkadaşıma teşekkür borçluyuz. Yine Nürnberg’den bizi görmeye gelen Mehmet Elbistanlı ve Dersimli hemşerim İbrahim’e teşekkür borçluyuz; sağ olsun, var olsunlar. Ayrıca Wuppertal kentinde oturan hem yoldaşım ve hemde oğlu Aryan’a kirve olduğum Yılmaz Çamlıbel ve eşi kirvem Necla’ya, Yılmaz’ın kardeşi yoldaşım Ahmet’e teşekkür borçluyuz. Ayrıca Necla kirvemin, Köln’de yaşayan dostum ve yoldaşım Hıdır Mak’ın rahatsızlığı da bizi çok üzdü. Doğa baba ve Dersim Xızır’ından ikisine şifalar diler, Mine kızımın da -Hıdır’ın hanımı- gözlerinden öperiz.
Sevgili okuyucu kardeşlerim Güney Özgür Kürdistan gezimi burada noktalarken, orada eksiklerin olmadığını söylemiyorum. Elbette bir hayli eksiklikler var ki 20 yılda bütün eksiklikler tamamlanamaz. Yani dünyanın her ülkesinde eksiklikler var. Hiç bir ülkenin eksiği yoktur diyemeyiz. Hele yarı-feodal bir toplumdan, modern ve demokratik bir topluma dönüşme elbette kolay olmuyor. Hele hele bu ülke bir İslâm ülkesiyse. Bu gibi ülkelerde rüşvet, adam kayırma, sınıflar arasındaki dengesizlik daha çok belirgin. Bunlar 20 ve 30 senede halolacak şeyler değil, zaman ve modern bir insani eğitim ister. Bunu bilmemizde büyük fayda var. Kısacası “Güney Özgür Küdistan, insan yaşamı için tam bir cennet ülkedir” diyemeyiz. Ama doğası gerçekten cennet. Orada bir İsveç, Norveç, İsviçre, İngiltere, Almanya, Hollanda, Avustralya ve Amerika demokrasisi yok. Ama Ortadoğu’da İsrail sonrası demokratik kuralların daha çok olduğu bir ülke “Güney Kürdistan’dır” diyebiliriz.
Ancak sağlık konusu, hastahaneler eksik, yeterince tıbbi malzeme, teknolojik aletler o denli yok. Doktorlar çok az. Yurt dışında yüzlerce, binlerce Kürd doktorlarımız var ki bunlar ülkelerine gidemiyor. Para ve servet bunlar için daha önemli. Kısacası eksiklikler var, ama o eksiklileri gidermeye de büyük gayret var; bunu inkâr etmeyelim ve o özgür parçayı gözümüzün nuru gibi koruyalım. Yanlış ve eksikliklerini kardeşçe eleştirelim, ama düşmanca değil. Hele PKK ve Goran harekatının yaptıkları hiç hoş değil. Kusura bakmasınlar, ben bu iki harekati Kürd Özgürlük ve Bağımsızlığı önünde en büyük engel olarak görüyorum. Dilerim yanılayım.
Sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim, böylesine bir endişe ve diğer içten bir dilekle Özgür Kürdistan izlenimlerimi Dıhok’ta okuduğum ve “Meleyê Ciziri’den ilham aldım” dediğim Kürdçe şiirimle yazıya son vermek istiyorum. Bu şiiri Mahmut Alınak çok beğenmiş ve “Muhteşem” demişti.
Bakalım siz ne diyeceksiniz.
Dil Ji Min Bir, Dil Ji Min Bir
Bejn tenikê, pişt ziravê
Dil ji min bir, dil ji min bir
Keça bedew mal xirabê
Dil ji min bir, dil ji min bir
Birû qeytan, bijeng tîr e
Sîng sîsik e, berf û şîr e
Tilî pênûs, çêq şimşîr e
Dil ji min bir, dil ji min bir
Por zerikê, berx karikê
Kewa gozel, çûk varikê
Lêv sorikê, zar xweşikê
Dil ji min bir, dil ji min bir
Çavên şîn û bejna narîn
Gerdan kubar, sîs wek karîn
Didan zîzê, mircan, morîn
Dil ji min bir, dil ji min bir
Hûrî meleka bihiştê
Çûm rûniştim li teniştê
Navik pas bû li tev piştê
Dil ji min bir, dil ji min bir
Gepên sorik wek hinar bûn
Çavan seyr kir dîn û har bûn
Memik bişku, tev li der bûn
Dil ji min bir, dil ji min bir
Min got “Keçê malşewatê
Dûr va hatim Rojhilatê
Darlîng Harba vê dawetê
Te’j min dil bir, te’j min dil bir
Bide maçek ez dil şakim
Govend bigrim destmal bakim
Bawer bike henek nakim
Te’j min dil bir, Te’j min dil bir
Riza me ez dil ciwan e
Te dixwaze maç û ken e
Keçê bide ev derman e
Te’j min dil bir, te’j min dil bir”.
12-10-2002 “Nâzım’a Mektup” iki dilden yazılmış şiir kitabımda.
Bu şiirimi Sydney Darling Harba, yani sevgililer limanı adlı bir yerde yazdım. Arkadaşım Dep’e -Karakoçan- bağlı Qelesqelan köyünden Mehmet Çelik hemşerim bana “Kek Rıza sen niçin aşk şiiri yazmıyorsun, her zaman Kürdistan, Kürdistan, welat, welat diyorsun, bir aşk şiiri yazmıyorsun, sen aşka inanmıyor musun?” deyince -Onun orada lokantası vardı- bende orada böylesine hayalı bu şiiri yazdım. Dilerim beğenirsiniz Dıhok’daki kardeşlerimiz gibi. Bütün okuyuculara selamlar, sevgiler, saygılar diyorum.
rizacolpan@gmail.com