Merhaba tanıdığım bütün dostlar, merhaba.
Merhaba yoldaşlar, merhaba.
Merhaba beni okuyan bütün Kürd kardeşlerim; merhaba.
Merhaba dünyadaki bütün insanları kendi gibi insan gören kişilere merhaba.
Merhaba dünyamızdaki savaşların ve insanın insanı öldürmesinin bir insani ayıp olduğunu bilenlere merhaba.
Merhaba her türlü insani haksızlığa, açlık ve susuzluğa, sömürüye, baskıya, zulme, insanın insanı köle gibi kullanmasına karşı çıkanlara merhaba.
Merhaba dünyamızdaki bütün hudutların, “Pasaport” denilen sözcüğün bütün dünya dillerinin literatüründen çıkmasını isteyenlere merhaba.
Merhaba bütün dünya canlılarını seven kişilere merhaba.
Merhaba yüzyıllardan beri Kürd halkının zalim üç hemcinsinden zulüm gördüğünü ve bunun bir insani suç ve ayıp olduğunu söyleyenlere merhaba.
Merhaba “Bu mazlum halkın da bir bağımsız devleti olmalı” diyenlere merhaba.
Merhaba Kürd halkının kendi kader tayin hakkını isteyenlere merhaba.
Merhaba 25 Eylül’de Güney Kürdistan parçasındaki Referandum’a “Evet” diyecek ve bu meşru hakkı hak olarak görene merhaba.
Evet sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim, böylesine bir girişten sonra, Özgür Kürdistan parçasındaki intiba ve izlenimlerimin dördüncü bölümüne geçmek istiyorum. Geçmeden önce bir hatırlatma yapayım diyorum. Biliyorsunuz, üst paragrafta 25 Eylül Referandum’undan bahsettim. Bahsettim ama, bir siyaset yorumcusu olmadığım için, bu özel konu hakkında yorum yapacak kapasitede değilim. Zira bu günün belirlemesinden günümüze kadar, bütün Türk, Fars, Arap medyası, siyasetçisi, yazarı, çizeri ve dünya medyası bu konuyu gündemlerine almış, herkes ayrı ayrı yorum yapmakta, ancak üç ayrı zalim düşmanın yorumcularının yorumları hiç de iç açıcı değil. Bu zalimlerin yorumları tehdit, küfür, bunun savaş nedeni olacağı, diğer dış dünya ise olumlu ile olumsuz iç içe girmiş bir vaziyette. Yani bazıları bu Referandum’a olumlu bakarken, diğer koca başlar ise zamanın uygunsuzluğunu dile getirmektedirler. Ayrıca kendilerine “Kürdüm” diyen bazı kişi ve güçler, bu karara düşman gözüyle bakmakta, hatta halka “Sakın evet demeyin” demektedirler. İşte bunlar da böylesine Kürd. “Eğer varsa insanüstü bir güç bunlara insani akıl versin, Kürd halkını da bu Küdlerden korusun” diyorum. Amin.
Evet, geleyim intiba ve izlenimlerimin dördüncü bölümüne. Yani 12-5-2017 Cuma gününe. Biliyorsunuz İslâm dininin tatil günü Cuma, Musevi, yani Yahudilerin Cumartesi, Hıristiyan dininin ise Pazar. Asıl biz Kürdlerinde Çarşamba, ama İslâm sonrası biz Çarşambamızı unuttuğumuz gibi, tarihi bir çok adet-töre ve çağa uygun değerlerimizi de kaybetmişiz. Neise bu konu hem çok uzun ve hem de fanatik Kürd İslâmlara inandırmak güç.
Biz o günün tatil sabahında kahvaltımızı yaptıktan sonra Fazıl ve eşi Nesrin bacı, kendi özel arabalarıyla bizi alıp Helebçe şehitler mezarlığına götürdü. Süleymaniye ile Helebçe arası yol bir bütün, otoban şeklinde. Yani iki gidiş, iki geliş, ayrıca çok temiz. Hele sol tarafımızda Ezmer dağın doruk noktasındaki dört renkli güzel bayrağımızın dalgalanması, neon elektrik ile yazılan Süleymaniye, bir başka duygu verir her Kürd yurtseverine. Ya o Şehrizor ovasının güzelliği? Şehrizor ovası bir Pasifik Okyanusu gibi, ama rengi gök mavisi değil, yemyeşil bir başka derya. İşte biz bu yeşil deryanın içinde yüzerek, hayranlıkla her iki tarafımızdaki yeşilliğe, dağın doruk noktasında dalgalanan Ala Rengin bayrağımıza, yemyeşil bağ ve bahçelere, Nar ve Zeytin bahçelerinin manzarasına, o manzara içinde yeni yapılmış güzel köylere bakarak yol alıyor, başımı araba camına dayayarak kendimi bir cennetin gülistan bahçesinde hissediyor ve o güzel doğa manzarasını nasıl tarif edeceğimi bilemiyordum. İnanın o doğanın güzelliğine, o an içimdeki duyguyla bildiğim iki dilden sözcük bulup anlatmam imkansızdı. Bundan başka, eğer o özgür parçadaki verimli ovalar, özellikle de Hewlêr ve Şehrizor ovası bir bütün ekilirse Türkiye gibi iki ülke insanlarını rahatlıkla doyurabilir. Ben o güzel ovalara ve tüm o coğrafya yapısına baktığım zaman, yıllar önce Kabem saydığım Sovyetler Birliğinin bir Cumhuriyeti olan Gürcistan’ın başkenti Tiflis’de bir Gürcü’nün bana anlattığı bir konuşması aklıma geldi. Gürcü arkadaş bana bir Kürd tercümanımın vasıtasıyla: “Rıza arkadaşa söyle Tanrı bütün dünyayı yaratırken, kendine de özel bir yer aramış, ve bu ülkemiz Gürcistan’ı beğenmiş. Burada kuru bir çubuğu bir yere diksen dahi, o çubuk süreç içerisinde yeşerir” demişti. İnanın ben o güzel ülkemin ve diğer parçalarını gördüğüm zaman, kendi kendime: “Gürcü arkadaş herhalde bu güzel ülkenin coğrafik yapısını görmemiş, görseydi “Tanrı bu tarifi imkansız güzellikteki memleketi kendisi için yaratmış” diyecekti. Gerçekten de öylesine güzel bir cennet ülke Kürdistan. Ne istersen, bu cennetimsi ülkede bulursun. Koca koca dağlar mı, uçsuz bucaksız ovalar mı, sayısız ırmaklar, buz gibi akan çeşme suları mı, senenin dört mevsimini mi, ne istersen o güzel ülkede bulursun. Tabi siyah altın petrol da bir başka iştah çekici. Zaten zalimlerin iştahını kabartan da bu güzellikteki cennetimsi coğrafya ve bu coğrafyanın yeraltı ve yerüstü kaynakları. Yani ülkemiz Kürdistan.
Neyse, biz takriben saat 10-30’da Helebçe’ye vardık ve doğru zalim Saddam’ın 16 Mart 1988 de kimyasal silahlarla katlettiği 5000 şehitimizin mezarlığına giderek saygı duruşunda bulunduk, içten ağlayıp gözyaşı döktük, “Hepsinin toprakları bol olsun” dedik, Fatiha-matiha okumadık; çünkü Fatiha hem ölülere okunmayan, anlaşılmaz bir süre ve hemde bir tek sözcüğünü anlamadığımız o dil ile insanlarımızın beyni yıkanmış, insanlarımız dosta giden yola değil, düşmana giden yolu tercih etmişler. Kısacası o dil’e “Tanrı dili” diyen zalimler halkımızı kandırarak bugünkü hale getirmişler.
Biliyorum, bu dediklerimi okuyan çoğu İslâm inançlı Kürd soydaşlarım kızacak bana “Kafir, katli vacip” diyecekler. Olsun desinler. Hani bir ata sözü var. Derler “Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovmuşlar. Biliyorsunuz Koca Nesimi’yi de (1370-1418) doğruyu söylediği için, Halep’te derisini yüzerek öldürdüler. Beni de öldürüp İslâm’a kurban edebilirler. Ama ben İslâm’a değil, Kürdistan’a kurban olmak istiyen bir Kürdüm. Kanımca ona kurban olmak en büyük onur ve şereftir. Bu şerefi kabul edip şehit olan milyonlarca insanlarımız var. Evet, aynen böyle. Onlarında toprağı bol, “Doğanın rahmeti o topraklar üstünden eksik olmasın” diyorum.
Konuya dönersek, biz saygı duruşundan ve ağlayıp gözyaşlarımızı sildikten sonra, arabaya binerek şehitler müzesine gittik. Gittik ama o sırada elektrik kesik olduğu için içerisine giremedik. Zira ben daha önceleri iki kez şehitler mezarlığını ve müzeyi ziyaret etmiştim. Eşim kapıda nöbet tutan genç Pêşmerge ile resim çektikten sonra biz yine arabaya binerek, o güzel doğa içerisinde tekrar sağ ve solumuza bakarak, saat bire doğru Süleymaniye’deki Fazıl kardeşimizin evine gelip, öğlen yemeğimizi yedikten sonra, Fazıl ve eşi Nesrin bacı bizi Hewlêr ile Süleymaniye arasında yolcu taşıyan taksi durağına getirdiler, biz orada taksiye binmeden önce Hewlêr’deki PSKlı arkadaşlara telefon ederek “Geliyoruz” dedik; onlar ise gidip aynı otelde bize yer ayırıyorlar. Oysa biz dönüşümüzde Zana Sezer kardeşimizin misafiri olacaktık. Neyse biz Fazıl ve eşinden hatır isteyerek taksiye bindik. Günlerden Cuma, tatil olduğu için, otoban yolunun iki tarafındaki büyük ağaçların gölgesinin altında oturup, piknik yapan, kebap pişiren, davul zurna eşliğinde govend tutup oynayan, şarkı, türkü söyleyenleri seyrede-ede takriben saat 6’da Hewlêr’deki otelimize geldik. Yer ayrıldığı için o gece mecburen otelde kaldık, ertesi gün sabah Zana kardeşimiz gelip bizi evine götürdü. Götürürken bizi biraz da şehirde gezdirdi. Gerçekten Hewlêr çok değişmiş, benim dokuz yıl önce gördüğüm Hewlêr’den çok daha farklıydı bugünkü Hewlêr. Yapılan yeni yeni yollar, evler, gökdelen binalar, sokak ve caddelerin son derece temizliği, okul bahçelerinde renkli üniformalar giymiş, tenefüste cıvıl cıvıl oynayan kızlı, erkekli çocuklarımızın mutluluğu, bir başka duyguydu bizim için o görünüş. Kısacası Hewlêr birçok Avrupa Başkentleri gibi, tarih olarak da onlardan çok daha eski. Dokuz ayrı medeniyetin bir kenti olmuş Hewlêr. Hatta 11 medeniyet diyenler bile var. İşte ben o koca güzel tarihi Kent’e bakarken, bize “Pis kuyruklu, kıllı Kürd” diyen zalim barbar Türkler aklıma geldi ve kendi kendime “O alçaklar gelsin Kürdün
ne olduğunu bu güzel Kent’i ve tarifi imkansız Kürdistan’ı görsünler” dedim. Ya yeni yapılan köyler? Daha önce söylemiştim yeni yapılan köylerin güzelliği ve o köylerdeki bağ, bahçe ve her türlü meyva ağaçlarını, yemyeşil manzarasını………
Sevgili okuyucular Hewlêr’den Süleymaniye ve oradan da Helebçe’ye gidip döndüğümde dikkatımı çeken özel bir konu ve görüntüye değinmek istiyorum. Konu şu: “Ülke, yani Güney Kürdistan iki ayrı ülkeye benziyor” dersem yalan sayılmaz. Hewlêr tarafındaki polis kıyafeti ile Süleymaniye tarafındaki polislerin giysileri değişik. Hewlêr Kerkük arasındaki otobanın iki tarafında barbar Daiş tarafından şehit edilen bazı şehitlerin portrelerinden başka, direklere asılan ne merhum Mele Mustafa Barzani’nin ve ne de oğlu Mesud’un portrelerini görürsünüz. Ancak Yekiti, yani Kerkük Süleymaniye’den Helebçe ye kadar, yolun her bir kilometresinde, şehitlerin portreleriyle birlikte Celal Talabani’nin değişik, değişik koca-koca portreleri var. Hatta bir portresinde Abdullah Öcalan’la birliktedir. Hele Celal Talabani’nin bir portresindeki kalkan sağ eli bana Kuzey Kürdistan’daki bütün Kürd kentlerindeki Mıstê Kor’un portre ve heykellerini, Suriye’de ki diktatör Hafız Esad’ı hatırlatırken, çok üzüldüğümü söylemeliyim. İnanın, çağımızda bir insan kişinin insanlar tarafında putlaştırılması, insanın insana Tanrı gibi bakması çağımızın modern insanına çok garip ve çok da ayıp geleceği kanısındayım. Kişi, kişiyi sevebilir, ancak onu Tanrılaştırarak ona tapmaz, kul kölesi olamaz. Ki bu iğrenç alışkanlık nedense Ortadoğu’da ve özellikle de Kürd toplumumuzda bir hastalık haline gelmiştir. Biliyorsunuz Kürd halkının bir karış toprağını dahi özgürleştirmeyen, çıkışından beri koca Kuzey coğrafyamızın bir bütünün tahrip olmasına, 4000 köyün hepten yakılıp yıkılmasına, 5-6 milyon insanımızın düşman metropollerindeki asimilasyon çarkının önüne atılmasına, oralarda kız ve kadınlarımızın açlıktan ölmemek için bedenlerini, yani en kutsal bilinen namuslarını satmasına, sayısız kasabalarımızı yerle bir edilmesine, yüzbine yakın insanımızın ölümüne sebep olan, daha sonra bir senaryo sonucu yakalanan ve yakalandığında da “Yanlış yaptım, annem Türk, hizmete hazırım, şehit analarından özür diliyorum” diyen Abdullah Öcalan için yüzden fazla genç insan kendini yaktı, ki bu tutku meselesinde Kürdler Ortadoğu’da şampiyonlar şampiyonudurlar. Çünkü Ortadoğulu halkların hiç biri, o coğrafyada çıkan hiç bir Peygamber için kendini yakmadı. Kısacası biz Kürdlerin tutkusu bir başkadır. Bizim öpüşme tarzımız ısırmaktır. Bir söyleşide bana soru soran Küdistan TV muhabirine Kürdçe, “Hezkirina me ne hezkirine, gezkirine” demiştim. Gerçekten biz Kürdlerin sevme anlayışı budur.
Evet bu olumsuz hastalığımızdan başka, Güney parçada gördüğüm bir başka sorun var ki O’da dil sorunu. Soran lehçesi Kurmanc lehçesini yok ediyor gibime geliyor. Ayrıca Soran Kürd kardeşlerimiz “Behdinan” dedikleri Kürd kardeşlerine havadan bakıyor, onları kendilerinden küçük ve cahil görüyorlar, ki bu da bir başka acı gerçek. Dilerim bu önemli iki soruna, o parçadaki yetkili büyüklerimiz bir çare bulur, devletleşmenin ardından bütün lehçelerden ortak bir resmi dil çıkarır, bu olumsuzluğu ortadan kaldırmış olurlar. Bi a Xwedê. Evet böylesi içten bir dilekten sonra, bu kez de geleyim bizim gezinin 13-5-2017 gününe. O gün sabahın saat onunda Zana kardeşimiz bizi evinden alarak, direk Famili Mall’daki kahvehanesine götürdü, orada birlikte kahvaltımızı yaptıktan yarım saat sonra ben eşimle o son derece güzel ve temiz alış-veriş merkezini gezdik, sonra gelip öğlen yemeğimizi yerken, orada Doğu Kürdistanlı Azad Agıri adlı genç bir gazeteciyle tanıştım. Azad genç ve son derece yakışıklı bir delikanlı idi; yanında da eski dostum Köroğlu vardı. Sonra Zana kardeşimiz geldi birlikte sohbete daldık. Tam öylesi bir zamanda mavi gökte aradığım, fakat aniden karşımda bulduğum KDP sözcülerinden Ali Awni arkadaş ile başka bir Urmiyeli Kürd kardeşimizle karşı-karşıya geldik. Ben Ali’yi Kürd sitelerindeki fotoğraflarından tanıyordum. Ali ince uzun boylu, narin yapılı, kısa kırmızı bir tişört giymişti. Onu görünce “Yahu seni gökte arıyordum, ama şimdi karşımda buldum” derken, Ali durakladı. Çünkü o beni tanımıyordu. Bunun üzerine Zana ve Köroğlu kardeşim bizi tanıştırdı, birlikte bir masanın etrafında oturduk. Hoş-beşten sonra ben ve diğer arkadaşlar onu soru yağmuruna tuttuk. Ali çok güzel bir Kürdçe ile bizim sorularımıza cevap verirken birden “Durun size bir fıkra anlatayım” dedi ve başladı. “Arkadaşlar bir kasabada fakir bir adam varmış, bu adam her zaman kasabanın zenginlerini gördüğünde sesli sesli “Allah’ım neden beni fakir, bu zenginleri de zengin yarattın” diyormuş. Adam bu şikayetini her gün tekrarlıyormuş ve zenginlerde onun bu şikâyetini duyup hem üzülüyor ve hem de kızıyorlarmış. Birgün kasabanın zenginleri bir araya gelip bu fakirin durumunu ele alıyorlar. Zenginlerden biri: “Gelin her birimiz birer avuç altını bir torbaya koyalım, torbayı da götürüp kasaba köprüsünün orta yerine bırakalım, adamı da çağırıp gel bu köprüden geç, belki Allah senin için bir kısmet koyar bu köprünün orta yerine, sende gidip bulur bizim gibi zengin olur, ondan sonra hem sınıfımızın bir ferdi ve hemde bizim gibi bir zengin olursun diyelim” demiş, zenginlerin hepsi de bu öneriyi kabul etmiş; sonra herbiri gitmiş bir avuç altın getirmiş bir torbaya doldurup götürüp köprünün tam orta yerine koyduktan sonra adamı çağırmışlar ve “Gel bu köprüden geç, Allah sana bir kısmet verecek, ondan sonra sende bizim gibi zengin olur bir daha bu halinden şikayet etmezsin” demişler, adam kabul etmiş ve tam köprünün yanına geldiğinde, birden körlerin durumu aklına gelmiş, bu kez kendi kendine “Körler bu köprüden nasıl geçer” demiş ve kör takliti yaparak gözlerini kapatmış, kaldığı köprünün bir ucundan öteki ucuna geçmiş altınlar da köprünün orta yerinde kalmış, sonra zenginler gidip altınlarını alıp gelmişler, fakir de öyle eskisi gibi fakir kalmış. İşte biz Kürdlerin durumu da bu fakir budalanın durumuna benzer. Nasılki o fakir altınlara gözlerini kapattı, bizimde yüzyıldan bu yanı bir fırsat ayağımızın önüne gelmiş, biz o fırsatı değerlendiremiyoruz. Tıpkı futbol sahasında acemice futbol oynayan, topu kaleye değilde hep dışarı, yani avuta atan futbolcular gibi. Yani sizin anlıyacağınız şimdi siyaset sahasında siyaset yapan siyasetçilerimiz ayaklarına gelen tarihi fırsatı değerlendiremiyorlar. Bir başka deyişle ayaklarına gelen topu hep dışarı, auta atıyorlar. Sahadaki oyuncular, topu iyi oynayan ve kaleye gol atmak isteyen deneyli futbolcunun ayağına pas vermiyorlar topa şut çekip, kaleye değil, dışarı, auta atıyorlar. Bunu yapan kim? İşte alın size PKK, Goran, Yekiti ve İslâm’î Birlik. Dilerim yüzyıldan bu yanı ayağımıza gelen bu fırsatı, bu hareketin liderleri, Kürdistan’ın Bağımsızlığını isteyen tüm liderlerimiz değerlendirir; ayaklarına gelen topu dışarı atmaz, topu güçlü ve deneyli bir futbolcusuna pas olarak verir, deneyli futbolcu da şut çekerek topu kalenin ağlarına gönderir. Ben bu güçlü, gol atan futbol oyuncusuna da “Mesud Barzani” diyorum, yeterki diğer futbolcular onun ayağına pas vermesini bilsinler” dedi ve bir çok sorumuzu yanıtladı; daha sonra yine birlikte çeşitli konular üzerine konuştuk, takriben saat gecenin dokuzundan sonra, birlikte fotoğraflar çektik, ayılmadan önce o bize “Şev baş” diyerek ayrılıp evine gitti, bizi de Zana kardeşimiz saat 11’de kendi evine getirip misafir etti.
Burada Zana kardeşime yürekten teşekkür eder, onun bize karşı gösterdiği yakınlık ve misafirperverliğini yaşadığımız müddetçe unutmayacağız.
Evet bu bölümü de burada noktalıyayım diyorum. Beşinci bölümde buluşmak umuduyla. Hoşça kalın.
Not: Sevgili okuyucular, çektiğim fotoğrafları da yazı ile birlikte neşretmeyi çok isterdim, ama bunu yapamadım. Çünkü kompüterdeki bu beceriyi bilmiyorum; bağışlayın.