Sevgili okuyucu kardeşlerim şu anda 82 yaşın sonuna yaklaşan Kürd bir pir î ihtiyarım. Yani bu yıl Eylül sonunda 83’e ayak basacağım. Bu kadar yaşın 48’i şu anda üstünde yaşadığım Avustralya kıtasının Sydney Kent’inde geçti. Sydney ki Dünya’nın en güzel Kent’i. Bu kıta, yani bu ülke ve bu güzel Kent, son derece demokratik ve Dünya’nın da en çok, çok-kültürlü bir ülkesi. Bu güzel ve demokratik ülke bana diğer Dünya’nın üç kıtasını gezme imkânını sağladı. Yani hemen hemen dünyadaki dört kıtanın -Asya, Avrupa, Amerika ve içinde yaşadığım Avustralya- başkentlerini gördüm. Ülkem Kürdistan’ın ise, bir bütününü değil, dört parçanın belirli yerlerini; yani daha önceki, yazımın birinci bölümünde dediğim gibi 2001 yılında gördüm. Hani derler ya “Bülbülü altın kafese koymuşlar, o hep “Ahhh vatan, ahhh vatan” demiş. Bunun üzerine bülbülü bırakıp takip etmişler, bakmışlar ki bülbül gitmiş kır-bayır bir vadinin içinde, dikenli kuru bir böğürtlen’e konmuş. Ben ise 16 yaşımdan bu yanı ana dilimle hep “Axxxxx Welat, axxxxx welat” dedim. Dedim ama, benim welatım hiç de bülbülün welatı gibi kır-bayır, kuytu bir vadi değil; Dünya’nın bir cenneti. Ama bu cennet welatı kurtlar, çakallar, gagası kanlı kartallar cehenneme çevirdi. Yani Dünya’nın en gaddar barbarları, Türk, Arap ve Farslar tarih boyunca bizim bu cennetimize göz dikmiş ve bu cennet mekânımızı
bizden almak istemişler, ama bir türlü muaffak olamamışlar. Fakat birinci cihan savaşının hemen sonunda, bu kez onlar gibi zalim iki süper emperyalist güç, yani İngiliz ve Fransızların yardımıyla, 1923 Lozan Kent’inde, sözümona bizim liderlerimizin de -okuyucu kusura bakmasın- aptallığı sonucu o güzel cennet ülkemizi dört’e böldüler ve bizi kendilerine köle ve kul yapmak istediler. İstediler ama biz o ülkemizi bir bütün o barbarlara teslim edip, kul ve köleliği kabul etmedik. Bunun için Koçkiri, Piran, Ağrı, Zilan, Dersim, Mahabad, Helebce ve Enfal’de yüzbinlerce şehit vererek, o cennetimizi bir bütün bu üç zalim barbara vermedik ve vermiyeceğiz de. Biz ki o kutsal toprak üstünde tüm dünya insanlığına ilk hayvanları evcilleştiren, toprağı eken, su bentleri yapan, bir ecdadın, bir zalimin kafasını balyozuyla ezip darmadağın eden Demirci Kawa’nın torunları, o cennet ülkemizi kimseye vermemek için hep direnmiş ve milyonlarca şehit vermişiz. Zalim Akadlara, Elamlara, Babil ve Asurlu Dehaqlara karşı, daha sonra ise zalim Persler, Roma ve Bizanslara, Arab’ın zalim ve barbar İslam ordularına karşı, son yüzyıldan bugüne de, Türk, Arap ve Fars barbar zalimleriyle savaşmaktayız. Dilerim zalimlerle bu son savaşımız olacak ve biz o cennet ülkemiz üzerinde özgürce yaşayacağız. Yine dilerim 50 milyona yaklaşık halkımız 25 Eylül günü özgürlüğe
susamış sesini bütün Dünya’ya duyuracak, Güney’deki parçamız, diğer üç parçanın gün ışığı olacak. Bi a Xwedê.
Evet, böyle bir giriş ve temenniden sonra yine döneyim gezimizle ilgili izlenim ve intibalarıma. Yani 10-5-2017 güne. O gün yine sabah kahvaltımızı otelin en üst katında yaptık. En üst kat müşteriler için yemek salonu. Salonun hemen giriş kapısında orta yaşlı bir bacı otel müşterilerine elektrikli sacla sac ekmeği, yumurtalı ekmek, gözleme yapıyor, isteyene veriyor. Biz de kaldığımız her günün sabahında o bacıdan sac ekmeği alır, diğer şeylerle kahvaltımızı yapardık. O gün de kahvaltı sonrası asansörle alt kattaki otelin salonuna inip orada oturup, PSKlı arkadaşı bekledik. Zira Zana Sezer kardeşimiz o gün saat 12’de bizim için Kültür Bakanı Sayın Dr. Salar Osman’dan randevu almış, PSKlı arkadaş da gelip bizi oraya götürecekti. Arkadaş saat tam 11-30’da geldi bizi Kültür Bakan’ına götürdüğünde ne göreyim, şaşırdım kaldım. Çünkü karşımda 2001 yılında Hewlêr Emniyet Amiri olan Merhum Ömer Botani’yi tanıdığımda, onun yardımcısı olan Salar ile karşılaştım. Salar o zaman daha genç, beni de bir çok yere götürüp gezdirmişti, ki ben o zaman onun ismini yanlışlıkla Salah bildiğim için, onunla karşılaşınca şaşırdım ve birbirimize sarıldık, oturup
hal-hatır sorduktan sonra, bize çay ikram etti, sorularımıza doyurucu cevaplar verdi. Özellikle mal ve dükkan sahiplerinden vergi alınıp alınmadığını sordum. Maliye Bakanı olmamasına rağmen bize: “Biz çoğu iş ve mal sahiplerinden vergi alıyoruz” dedi ve diğer sorularımıza doyurucu cevaplar verdi. Biz orada takriben 45 dakika oturup konuştuk, sohbet ettik, soru sorup cevap aldık ve aldığımız cevapların hepsi de olumlu ve inandırıcı idi. Biz oradan saat bire doğru hatır isteyip ayrıldık ve doğru Zana kardeşimizin kahvehanesine gittik. Zira ben birgün önce 2001’de tanıdığım ve evinde misafir kaldığım Kürdistan TV koordinatörü Sayın Xelil Sıncari’ye telefon etmiş onunla Zana kardeşimizin kahvehanesinde buluşmamızı söylemiş, O’da oraya
geleceğini söylemişti.
Evet, Xelil Sıncari kardeşimizle ancak gece saat 9’da buluştuk. Zira çok önemli bir işi çıkmış, onun için de geç gelmişti. O geldikten sonra direk bizi yemeğe davet etti, ama benim Hanım yoktu. Çünkü o yorgun ve vakit de geç olduğu için, saat 9’u beklemek istemedi. Bunun için ben onu otele bıraktım, PSKlı arkadaşla birlikte bekledik, Xelil tam saat 9’da geldi, sarılıp öpüştük, hal-hatır sorduktan sonra birlikte bir restauranta giderek yemek yedik, oturup uzun uzun sohbet ettik. Ben Özgür parçanın durumunu sordum, o doyurucu cevap verdi. Yani gecenin saat 11’ine kadar birlikte kaldık, daha sonra o bizi arabasıyla otelin önüne kadar getirdi, “Haydi iyi geceler, renkli rüyalar görün” dedikten sonra vedalaştık; o evine, ben otel odama, PSKlı arkadaş da kendi evine gitti ve böylelikle o günümüzün de sonunu getirmiş olduk.
Ertesi gün; yani 11-5-2017, ki biz o gün Süleymaniye’ye, daha önce bu ülkenin Queensland (Kuinzland) eyaletinde yıllarca Göçmen Bakanlığında çalışan ve tercümanlık yapan Kerkük doğumlu, Kaka î inançlı Fazıl Rüstem adlı bir kardeşimiz, burada eşini elim bir hastalık sonucu kaybettikten birkaç yıl sonra ülkesine dönüp Süleymaniyeli bir bacı ile evlenmiş ve oraya yerleşmişti. O bu ülke, yani Avustralya’ya geldiği yıldan beri beni tanıyor ve benim yakın arkadaşımdır, bugün de o arkadaşlığımız devam etmekte. Fazıl gerçekten iyi bir dost ve sadık bir arkadaşım. Ayrıca aydın, yurtsever, bilinç dolu bir entellektüel kişi. Kısacası biz daha Süleymaniye’ye hareket etmeden önce ona telefon ederek: “Fazıl bugün biz Süleymaniye’ye sana misafir
geliyoruz” dediğim de Fazıl: “Kek Rıza ben yoldayım, bacağım şişmiş Hewlêr’e tanıdık bir doktora geliyorum. Sakın ben gelmeden hareket etmeyin. Dönüşte ben sizi arabamla Süleymaniye’ye evime getirip
misafir edeceğim” dedi ve bizden adres istedi, bizde ona Zana Sezer kardeşimizin Famili Mall’den ADA adlı kahvehanenin adresini verdik ve telefonu kapattık. Çünkü Zana kardeşimiz bana: “Rıza ağabey sakın bütün valizlerinizi beraberinizde götürmeyin. Orada kaç gün kalırsanız, ona göre üst baş götürün, gerisini burada bırakın. Dönüşte ben sizin otele gitmenizi istemem, siz burada kaldığınız müddetçe benim misafirim olacaksınız” dedi ve biz ne kadar “Olmaz, otele gideriz” dediysek te, o: “Katiyen kabul etmem siz benim misafirim olacaksınız” demekte israr etti ve biz karşı koymayarak onun Famili Mall’daki kahvehanesinde Fazılı bekledik. Fazıl eşi Nesrin Hanımla takriben saat gündüz 11’de gelip bizi oradan alarak Süleymaniye’ye doğru yola çıktı. Hewlêr Süleymaniye yolu bir bütün Avrupa yolları gibi otoban ve gayet de temiz; iki yolun arası çeşitli yeni yeşermiş ağaçlar, koca Hewlêr ovası yemyeşil; göz görebildiği kadar her taraf yeşillenmiş ekinler, o yeşil manzara içindeki bazı köyler ve sürüleri otlatan çobanlar. Böylesi bir atmosfer içinde Fazıl bizi Kerkük’e yaklaştırınca: “Kek Rıza işte doğduğum mekân burası, merhum Mele
Mustafa Barzani’nın “Kürdistan’ın kalbi” dediği Kent. Biz bu Kent’in siyah altınları üstünde doğduk, ama altınları düşmanlarımız yedi, biz ise fakir derbeder olarak dünyanın dört tarafına dağıldık. Ama bu kez eskisi gibi olamaz. Bizim altınlarımız sana bana verilmese de, Kürdün burjuvazisi başkasına veremez. Vermesin, yeterki düşmanlarımız yemesin. Bize bu ovalar yeter de artar. Nasıl olsa o altınlar birgün biter ama ya bu verimli ovalar? Bu ovalar bizi aç bırakmaz. Yeterki sahip çıkalım ve düşmanların kirli ayaklarını bu kutsal toprağa değdirmeyelim” dedi ve bizi Kerkük’ün bir caddesinden içeri soktu ve sokak sokak, cadde cadde bizi gezdirdi, doğduğu evi gösterdi. Sonra yeğenine telefon etti, o geldi, bizi eve davet etti, ama Fazıl kabul etmedi; “Gitmemiz lazım, işim var” dedi ve yola devam etti, takriben saat 4’e doğru bizi Süleymaniye’ye ulaştırdı. Ulaştığımızda Fazıl bizi doğru eve götürmedi, direk büyük bir alış-veriş merkezine götürdü ki, bu alış-veriş merkezi de en az Hewlêr’deki Famili Mall alış-veriş merkezi kadar büyük ve tertemizdi. Orada güzel bir restaurantta oturup yemek yedik, bize servis yapan genç ve yakışıklı garsonla şakalaşıp resim çektik, daha sonra Fazıl bizi İstanbul Beyoğlu’ndaki İstiklal caddesine benzer kalabalık bir caddeye götürdü. Arabayı bir park yerine park ettikten sonra birlikte kalabalığın içine girdik. Biz dört kişi olduğumuz için, yan yana yürümek imkansızdı. Ağır adımlarla eşimle birlikte Fazıl ve eşi Nesrin bacının arkasında yürürken, dilenen çocukları ve kadınları gördüğümde eşimle birlikte çok üzüldük. Oysaki Hewlêr’de biz hiç bir dilenciye rastlamamıştık. Belki de vardı biz görmemiştik.
Neyse, o kalabalıkta daha fazla kalmadan, Fazıl arkadaş: “Kek Rıza ben fazla kalabalığı seven biri değilim. Zaten yengem de yorgun, gelin sizi bir müzeye götüreyim” dedi ve bizi Saddam’ın 1991’de insanlarımıza karşı kullandığı silahlar ve o silahlarla binlerce insanımızı şehit ettiği, yenilgisi sonrasında ele geçirilen o silahlar ve sonra imha edip kullanılmaz hale getirilen silah müzesine götürdü. Fazıl, Kek Rıza: “Müzenin müdürü benim yakın dostum, adı Serko’dur” dedi ve bizi oraya götürdü. Önce bizi Serko ile tanıştırdı, daha sonra Serko bizi gezdirerek o tank, top ve uçaksavarları gösterdi. “Müze” denilen yer, etrafı yüksek duvarla çevrili, açık, büyük bir arsada idi. Ben o silahlara bakınca, bizim insanların o silahları imha ettiklerine şaşırdım ve içimden “İnsan ele geçirdiği bu ağır silahları imha eder mi” dedim ve gerek o silahlarla şehit düşen kardeşlerime ve gerekse imha edilen, hurda haline getirilen o silahlara çok üzüldüm. Çünkü o silahlar cansızdı, canlılar onları kendilerini korumak için kullanabilirlerdi, ki o canlılarda bizim Kürd kardeşlerimizdi; ama yapmamışlardı; çok yazık.
Müze müdürü Serko hem müze müdürü ve hemde tanınmış bir fotoğrafçı idi. Yani bir basın fotoğrafçısı. Serko imha edilen her tank, top, uçaksavar için bize bilgi verdi, ben yeterince Sorani lehçesini bilemediğim için, Fazıl arkadaş onun konuşmasını bana tercüme ediyor, ben de Türkçeye çevirip eşime söylüyordum. Ayrıca oraya gelen bir Amerikalı gazeteciyi resim çekerken gördüm, ona bazı sorular sordum, ki adam bir Kürd dostu gibi görülüyordu. Ondan başka oraya gelen Doğu Kürdistanlı bir şair kızımızla tanıştık, birbirimizin resimlerini çektik ve takriben akşam saat 6 sonrası Fazıl ve eşi Nesrin Hanımın evine gidip misafir olduk. Nesrin bacı bizi çok sevdi ve son derece bir misafirperverlik gösterdi. Bu konuda ona ve Fazıl kardeşime ne kadar teşekkür etsek azdır.
Evet bu bölümü de böylece “bitireyim” diyorum.
Dördüncü bölümde buluşmak umuduyla “Hoşça kalın” diyorum.