Sevgili okuyucu kardeşlerim, ben bir siyaset yorumcusu değilim. Hiç bir zaman da kendime siyasetçi, yazar ve şair de demedim. Her yerde “Ben bir Kürd yurtseveri ve bir Kürd çobanıyım” dedim ve diyorum. Özgür
Kürdistan’a gezi izlenimlerimi de yine bir Kürdyurtseverinin bakış açısıyla, onun gören göz ve düşünen beyniyle size anlatmaya çalışacağım. Bir önceki yazımda “Özgür Kürdista’a bu dördüncü gezimdir” demiştim. Birinci gezimdeki izlenimlerimi daha evvel dediğim gibi, DEMA NU adlı gazete de yayınlamıştım. Diğer iki gezimde ise böyle bir olanağım olmadı. Zira yazmak da istemiyordum. Çünkü gereksiz görüyordum. Yani görünen köy kılavuz istemiyordu. Ayrıca aradan geçen koca bir dokuz yıldan sonra o görünen köye “Köy değil, tavuklar kümesi” diyenler çoğalmaya başladığı için, bende orada gördüklerimi ve
izlenimlerimi yazmak ihtiyacını duydum. Tabi eğer bir kör değilsem.
Bilirsiniz Lozan’da cennet mekânımız Kürdistan dört parçaya bölünmeden önce, konferans tartışmalarında kendi halkının haini olan Mustafa İsmet İnönü: “Kürd halkı gibi asil bir halk, hiç bir yabancı halkın
egemenliği altında yaşamak istemez. Kürd halkı asil Türktür” dediğinde, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon: (1859-1925) “Sayın İnönü renksiz bir yumurta yumurtluyor. Tarih Kürdün Türk olduğunu yazmaz. Ben iki kez Türk yurduna, iki kez de Kürd yurdu Kürdistan’a gittim; eğer kör değilsem bir Kürdü rahatlıkla Türk’ten ayırabilirim” demişti. Demişti ama, ya İslam kardeşlığı uğruna Mıstê Kor’e inanarak Lozan’a 72 imza gönderen kişilere, -Yusuf Ziya Bey ve Hasan Hayri gibiler- Doğu Kürdistan Lideri Simko Ağa’ya, Güney Lideri Şehy Mahmut Berzenci’ye ne diyeceğiz??????????????????????
Evet sevgili Kürd kardeşlerim, bunu niçin yazdım? Eğer bende kör değilsem, gördüklerimi yazıyorum. İnanan inanır, inanmayan merak ederse gider görür. Tabi iyi niyetle giderse, dünyayı da biraz tanıyorsa. Ayrıca dürüst, namuslu ve insani bir vicdan sahibi ise.
Evet, böylesi bir girişten sonra, gezimle ilgili izlenimlerime devam etmek istiyorum. Sekiz Mayıs günü sabah saat dokuzda kalktık. Kahvaltı sonrası PSK’li bir arkadaş, Makvan adlı sempatik, yurtsever bir Havramanlı Kürd kardeşimizle gelip bizi otelden alarak, kendi otomobili ile Alibey ve Bêxwar vadisine götürdü. Üçüncü gezimizde biz bu vadiden geçmiş, fakat durup gezmemiştik. Arkadaş bizi arabaya bindirdikten sonra arabanın yönünü Selahaddin ve Şaqlava’ya çevirdi. Daha önce Hewlêr’den Selahaddin’e gittiğmde yollar iki şeritli; yani bir gidiş, bir geliş ve biraz da kötü idi; ama bu sefer, yollar, sokaklar değişmiş, şehirlerarası yollar Avrupa’daki otobanlara dönüşmüş, yolların sağı, solu çeşitli ağaç ve çiçeklerle süslenmiş, her taraf yemyeşil. Yani yıllarca gisin, -saban kulağı- pulluk ve traktör görmeyen toprak ekilmiş, arpa ve buğday boy vermiş, insan o güzel yemyeşil ovaya baktığı zaman hayran kalıyor. Yani yıllarca ekilmeyen toprak ekilmiş, koca koca ovalar bir yeşil deryaya dönüşmüş. Hewlêr’den Selahaddin’e giden yolun sağ ve solunda yapılan bazı gökdelenler, sıvasız, penceresiz, her biri birer iskelet gibi görünüyor. Sebebini sorduğumda “Daiş barbarlığı ve o savaş barbarlığının yarattığı ortam ve ekonomik kriz, oraya akın eden 2 milyona yaklaşık göçmen -ki bunların beşyüzbinin üstünde Rojavalı Kürd kardeşlerimiz- ve başka bir çok neden.
Neyse, biz nedenleri aklı başındaki insanlara bırakalım, Alibey ve Bêxwar vadisine gidişimize dönelim. Arabada ben sağ ve soluma bakarken, bazen de Makvan adlı kardeşim bana birşeyler söylüyor, soru
soruyor, ben ise onu yeterince anlamıyordum. Çünkü konuşması yarı Soranca ve yarısı da Hawramiceydi. Makvan tipik bir komedyen gibi hareket eden, hep güler yüzlü, şakacı, hoş bir delikanlı. Birara İngiltere’ye gitmiş, orada bir İngiliz kızına aşık olmuş, hatta onun için intihara bile teşebbüs etmiş, onu ölümden zor kurtarmışlar. Ama kurtulduktan sonra iltica başvuruşunun sonunu beklemeden ülkesine dönmüş, bir Soran kızla evlenmiş, olmuş iki çocuk babası. Onun bütün dediklerini anlamadığımız için, çoğu kez bizimle İngilizce konuştu, aşkını ve intihar nedenini bize İngilizce anlattı. Yolda onu dinleye dinleye, etrafımıza baka baka Şaqlawa’ya girdiğimizde, eşim Şaqlawa’nın o güzel doğasını peygamberlerin cennetine benzetti ve
bana: “Rıza burada bir ev alalım” dedi, ben ise gülerek “Olur, tabi ölmezsek” demekle yetindim. Gerçekten de Şaqlawa’nın o güzel doğası, sırtını verdiği yüksek dağ, dağla yarışan New York eski ikiz küleleri gibi bir kaç gökdelenler, her yerinin yemyeşil oluşu bir başka manzarayla karşı karşıya kalıyorsun. İnsan o manzaraya baktıkça içinde bir hayranlık duygusu hisseder. Hele yeni yapılan köyler? Gerçekten görmeye değer. Yani eski taş ve kerpiçten yapılan köyler, üstü toprakla örtülü, her yağmur yağışta damdan evin içine damla damlayan köyler yok. Şimdi bütün köy evleri gri piriketten yapılmış, çoğu iki katlı, küçük villa şekli, renkli sıvalı, üstleri balkon, etrafları bağ-bahçe, her çeşit meyve ağaçları, mevsime göre zer zevat türleri,
köylere giden yolların çoğunun asfalt oluşu, her Kürd yurtseverini sevindiriyor, ki bizde bakıp görünce gurur duyup sevindik ve bu sevinç duygusu ile Alibey ve Bêxwar vadisine vardığımızda, oralarda o güzel doğa ve manzaraya, berrak süt gibi akan şelale suyuna bakan yüzlerce insana rastladık. Gerçekten de o doğanın güzeliği, o suların akışı ve hışırtısı insanı mest eder, insan kendini bir başka dünyada hisseder.
Biz o manzara ve eşi bulunmaz doğaya doyasıya baktıktan sonra, takriben öğleden sonra saat iki de Hewlêr’e döndük. Hewlêr’e döndüğümüzde saat dört sonrası eşimin Mesud Barzani için yaptığı Kürdistan Haritasını bir çerçeveci dükkanına götürerek, gayet güzel bir çerçeveyle çerçeveledik sonra otele döndük. Hanım yorgun olduğu için tekrar dışarı çıkmak istemedi, ben ise otel karşısındaki büyük alıveriş merkezi Megomall’a gittim. Çünkü Makvan kardeşimizin iki yakın arkadaşı, çocukları eğlendirmek için, bir hidrolik küçük arabalar dükkanı vardı; orada çocuklar o arabaları sürüp eğleniyor, Makvan’da o arkadaşların muhasebe işlerine bakıyordu. Oraya gittiğimde Makvan kardeşimiz beni Van’dan oraya gelen genç bir Kürdle tanıştırırken, ona: “Rıza arkadaş bu Özgür parçaya “Kürdlerin Mekkesi ve Hac yeri diyor” deyince Vanlı bana bakarak “Keşke Özgür olmasaydı” dediğinde, sanki kalbime bir hançer sapladı zannettim ve kendisine “Niçin böyle konuşuyorsun, hiç yüreğin sızlamıyor mu? Beni 11 yaşımda Türk jandarması gelip kendi Türk okuluna götürdü, ki ben o güne kadar Türkün ismine bile yabancı, bir tek kelime Türkçe de bilmiyordum. Türkün amacı beni Türkleştirmek ve halkıma düşman etmekti, ki bu konuda bir hayli da başarılı oldu, senin gibi yüzbinleri Türkleştirdi, Kürde düşman etti. Oysa burada 6 milyon Kürdün çocukları ilkokuldan üniversiteye kadar kendi ana dili ile eğitim görüyor. Burada Türk’ün, Arab’ın ve Farıs’ın okulları yok. Bu senin için bir övünç ve gurur duyulacak bir his değil mi? dediğimde bana: “Birlik yok birlik” deyince, yine ben: “O halde böyle konuşma, birlik için çalış ve ben gibi Kürdün kalbine de kardeş hançerini saplama” dedim ve ayrılırken Makvan kardeşimiz “Kek Rıza boş ver, böylesi insanlar için üzülme, bu PKKlı beylerden biri” dedi ama ben yeterince üzülmüş ve sinirlenmiştim. O sinirle otele döndüğümde saat gecenin dokuzunu
çoktan geçmişti.
Evet o günümüz bu minval üzerine geçti, ertesi gün, yani 9-5-2017 günü sabah kahvaltıdan sonra eşimle beraber biraz dışarı çıkıp dolaştık. Otel önündeki cadde bir otoban gibi. Her yanı üç şeritli, yaya kaldırımlar gayet geniş ve temiz, yolun her iki tarafında modern restaurantlar ve çeşitli dükkanlar. İşin ilginç yanı bu temizlik işlerini yapanların hepsi de yabancı. Yani zenci ve diğer arap halklarından. Tek tük de Kuzey Kürdleri. Biz biraz dolaştıktan sonra tekrar otele döndük. Çünkü o gün saat 12’de biz KDP’nin Hewlêr’deki
merkez bürosuna gidip, eşim Refah hanımın Sayın Mesud Barzani için yaptığı Kürdistan haritası ve benim de bir kaç kitabımla birlikte götürüp orada sorumlu olan kişilerin birine verip, onun vasıtasıyla Mesud Barzani’ye ulaştırmaktı. Bize bu randevuyu alan da PSK’li iki kardeşimizdi. Biz harita ve kitaplarla oraya vardığımızda, bizi bir kaç kişi sıcak duygularla karşıladı ve bizi özel bir odaya aldılar. Odada merhum, ölümsüz lider Mustafa Barzani ve oğlu Mesud’un büyük çerçeveli portreleri asılıydı. Tesadüfe bakın ki, o merkezdeki sorumlu olan kişi, benim 2001 yılında ilk tanıdığım ve beni bir kardeş gibi karşılayan, görevlendirdiği kişiyle beni gezdiren merhum eski Hewlêr Emniyet Amiri Ömer Botani’nın değerli oğlu Sayın Nijar Botani ve onun arkadaşı Sayın Keyfi Mirazi’ydi. Nijar Botani bizi son derece sıcak karşıladı, büyük ilgi gösterdi ve son derece güzel bir Kürdçe ile bize “Hoş geldiniz” dedi ve bize o Özgür parçanın durumunu anlattı, sorduğum bütün sorularıma doyurucu ve inandırıcı cevaplar verdi. Şunu rahatlıkla söylemeliyim; yaşamımda bana ana dilimi en güzel konuşan, anlatan bu genç ve dinamik insana hayranlık duyduğumu ifade etmek ve tüm Kürd analarının böylesine akıllı ve yurtsever çocuklar doğurmasını çok isterdim. Nijar gerçekten de böylesi övünçe laik bir delikanlı, gayet yakışıklı, mütevazi bir insan.
Evet biz harita ve kitapları Sayın Başkan Mesud Barzani’ye vermelerini rica ettik, onlarda “Siz merak etmeyin, biz bu değerli hediyelerinizle birlikte, selamlarınızı da kendisine iletiriz” dediler, haritayı alarak, bizimle birlikte resim çektiler, daha sonra da hatır isteyerek oradan ayrılırken sevinçten gözlerim yaşardı. Oradan ayrıldıktan sonra bu kez de Doğu Kürdistan Demokrat Parti’nın Hewlêr’deki brosuna gidip, orada ana tarafı ile büyük Kürd Filozofu Ahmedê Xani’nin yakın akrabası olan genç sorumlu Mıhamed ile tanıştık. Mıhamed bizi çok sıcak karşıladı, onunla da uzun uzun sorunlarımızı tartıştık, birlikte resim çektik. Eşim özellikle kapıda bekleyen iki Pêşmerge ile resim çekerek ağladı, daha sonra oradan ayrılarak otele döndük. Saat beş sonrasında da, yine PSKli arkadaşın arabasıyla Hewlêr’ın en büyük alış-veriş merkezi sayılan, Famili Mall’da “ADA” adlı lokanta ve kahvehanesi olan Sayın Zana Sezer kardeşimizin mekânına gidip orada Gülistan Perwer ile görüştük. Bu görüşmeyi sağlayan da Zana kardeşim idi. Zira onunla birgün önce tanışmıştık. O tanışmada Zana kardeşim ismine uygun bir şekilde bizi saygıyla karşıladı ve her türlü hizmeti
bizden esirgemedi, konukseverliğin alâsını bize gösterdi, ki bu konuda onu ne kadar övsem yine az. Zana, sadece konuksever değil, inadına da yurtsever, bilinç dolu bir Kürd evladı. Onun o güzel kahvehanesinde
otururken, aniden çok sevdiğim, bir zaman İstanbul Doz yayınlarını yöneten Köroğlu dostumla karşı karşıya gelince son derece sevindim ve orada o değerli kardeşlerimle saat gecenin dokuzuna kadar oturup sohbet ettim, oradaki durum ve gelişmeleri sordum ve sorularıma cevap aldım. Yani hepsinin verdiği cevap olumlu ve sevindirici idi, ki görülen köy de kılavuz istemezdi. Zira o alış-veriş merkezi insanın tüm sorularına cevap verecek nitelikte bir yer. İnsan o alış-veriş merkezinde gezince, fayanslarda resmini görür. Ben böylesine temiz ve son derece güzel alış-veriş merkezlerini yaşadığım “Avustralya’da görmedim“ dersem belki inanan olmaz. Yalnız orada temizlik işini yapan kişiler yine hep yabancı, ki bu da ben gibi Kürdü çok üzen bir gerçek. Oysaki o ülke insanlarının o işleri yapmaları gerekir. Ama oradaki Kürd kardeşlerimiz temizlik işlerini kendilerine uygun görmüyor, onur kırıcı olarak görüyorlar. Kuzey’deki Kürd kardeşlerinin durumunu akıllarına getirmiyorlar. Kuzeyli Kürd, barbar Türkün metropollerinde en iğrenç ve piş iştelerde çalışır. Oradaki Kürd kardeşlerimiz ise, çoğu tembelliği beylik sayar, ki bu da çok olumsuz bir davranış. Unutmayalım, üretmeyi bir insani görev, bir ilke saymayanın toplumlar gelişemez, çağımızın toplumu olamazlar. Yine unutmayalım, petrol birgün biter; Birleşmiş Milletler de her zaman bize yardım vermeyebilir. Peki ondan sonra ne yapacağız? Tanrı’ya yalvarmakla, oruç tutup namaz kılmakla, her derdimize derman mı bulacağız? Böylesine bir kafayla uygar, her sorununu halletmiş, gelişmiş bir toplum mu olacağız? Dilerim Sayın Başkan Mesud Barzani kardeşimiz ve o Özgür parçanın tüm liderleri, aklı başındaki tüm aydın, modern kafalılar bu olumsuz davranış ve tembelliğe bir çare bulur, halkımızı bir Katar, Suudi Arabistan, Arap halkının durumuna düşürmez, onların o tembellik ve hazırdan yeme alışkanlıklarına bir derman bulur, onları çalışmaya ve üretmeye teşvik eder, işleyen demirin pas tutmadığını anlatır ve ayrıca da halkına her türlü iş sahasını hazırlarlar. “Hazırlarlar” derken, kastım hükümet ve yerli para sahiplerinin orada yatırımı sadece konuk sektörüne değil, halkın ihtiyacı için her türlü işyerlerinin açılması. Yani fabrika, sanayi sektöründeki her çeşit atölyeler vs.vs.
Böylesi bir dilekle ikinci bölüme son vereyim. Üçüncü bölümde buluşmak umuduyla “Hoşça kalın” diyorum. Saygılarımla.